Çarşamba, Ağustos 22

bütün dünya buna inansa..



İnsan sevmiyorum.
Uzaktan seviyorum ama. Gazetede okurken seviyorum, televizyonda görünce seviyorum, bir yerlerde insanların yazdıklarına bakıp keyif alabiliyorum ya da içimde duygular şiddetlenebiliyor, telefonda konuşurken özleyebiliyorum.. İnsanlar için bir şeyler yapmayı seviyorum. Ama sorun şu ki insan sevmiyorum.

Bayram günü İstiklal Caddesinde yürüyorum. İstiklal Caddesinde yürümekten nefret ediyorum. Kalabalık midemi bulandırıyor. Ne zaman İstiklal Caddesinde yürüsem en az üç gün boyunca insanlardan tiksiniyorum.
Görüşeceğim arkadaşım buluşma mekanımıza önceden gitmiş, güzel bir yemekle agresifliğimi yatıştırma yolu olarak ben oraya varmadan siparişimin hazır olması için çabalıyor.. huysuzken çekilmeyeceğimi biliyor. Menüden beğendiklerini yazıyor bana, okuyorum, midem o kadar bulanmış ki saydığı her şeyden nefretler ediyorum. Seç işte bir şey ama onu yemem, bunu yemem, şunu da yemem, öyle de istemem, böyle de olmasın sakın diye hem seçimi ona yükleyip hem de onu seçimsiz bırakıyorum. Telefonuma bir daha bakmamak üzere çantama atıyorum.
Önümde bir çekirdek aile yürüyor. Çok kızıyorum, sinirliyken aileleri hiç sevmem. Anne, baba ve ortalarında bir kız çocuğu ağır ağır yürüyorlar etrafı seyrede seyrede.. Kol, bacak dalıp ittirmek istiyorum onları.. "Yani sanki deniz kenarında yürüyüş yapıyorsunuz hayret birşey yaa" diye duyacakları şekilde söyleniyorum. Anne ve baba oralı olmuyor, küçük kız çocuğu dönüp bana bakıyor. Siyah dalgalı uzun saçları ve kahkülü var. Üstünde pembe tüllü bir bayram elbisesi.. Elinde çokoprens, yarısına kadar açılmış, ucundan iki ısırık alınmış, ağzının kenarına çikolatası bulaşmış.

İnsanlar çarpıp geçiyorlar, küçük kız uzaklaşıyor.. sonunda birisi ittiriyor beni "yürüsene be durmuşsun yolun ortasında" diye de azarlıyor..

...........

Dedem elinde koca bir koliyle geliyor eve. Anneannem kızıyor niye bir koli aldın diye.. Dedem "bayram yahu, çocuklar yesin diye aldım" diyor. Anneannem "aaa hiç akıl yok sende, üç tane al on tane al, bir koliyi nasıl yiyecek bu çocuklar..yine oturup hepsini sen yiyeceksin şekerin çıkacak" diye söyleniyor.. Dedem pek umursamıyor "iki kasa da kola var arabada, bunları koy dolaba onu da getireyim" diyor. Anneannem "amaaan yaa çocukları alıştırdın, doktorlar söylüyor televizyonda içirmeyin diyorlar, çok zararlıymış" diye devam ediyor dedem dinlemiyor.
Ben mutfağın kapısında durmuş onları seyrediyorum, dedem arabaya inmeden önce koliyi açıp bana bir tane çokoprens veriyor, bir tane de kendi cebine atıyor ""şşşş söyleme sakın anneannene" diyor.
Biraz sonra bir kasa kola ve üstünde küçük bir sakız kolisiyle geliyor. Anneannem mutfağı bakkal dükkanına döndüğü için söylenmeye devam ediyor.. Yaptığı dolmaları, börekleri, tatlıları koyacak yeri kalmamış. Dedem için dert değil, "nasıl olsa hepsini bugün bitiririz" diyor, birer çokoprens, birer kola ve sakız alıyor balkona çıkıp yiyoruz ikimiz.. Balkonda ona okulda yeni öğrendiğim bir şarkıyı söylüyorum. Takma dişini çıkarıyor "buna çikolata bulaşmış poponu ısırsın da temizlensin" diye beni takma dişiyle kovalıyor.. "anaaaneeeeee kurtar beni" diye kaçıyorum.

................

Masaya oturuyorum, her şey eksiksiz.. Ne sevdiğini bilen insanların hayatında olması çok güzel, kolam bile bardakta hazır beni bekliyor. "Hep hafif şeyler seçtim diyetini bozmamak için" diyor arkadaşım. "Bu bayram o kadar çok yedim ki anneannem yine börek, yaprak sarması ve kalburabastı yapmıştı yememek olmazdı" diyorum.. Yeme genimin sahibi dedemin kemikleri sızlardı diye düşünüyorum, burnumun direği sızlıyor..

Salı, Ağustos 7

o haltı yemeseydim iyiydi..



Hayatım boyunca iki kaza geldi başıma.. İlkinde düşüp bacağımı sakatladım. İkincisinde seni sevip ruhumu sakatladım..

Odama çıktığımda sabahın beşiydi.. Uyumak için bir saat vaktim vardı. Uyumayalı elli iki saat olmuştu. Çok düşünmeden küveti doldurup içine girdim.. Uykusuzluk tüm vidalarımı gevşetmişti, suya girer girmez gülmeye başladım. Elli iki saat boyunca karikatürlere taş çıkartacak görüntülerle çok ciddi operasyon yapıyorduk.  Gülmek bile beni yoruyordu. Yarım saat uzanmak istedim.. O da neydi, yatağım vip set up safsatası altında gül yapraklarıyla donatılmıştı. Temizlemeye mecalim yoktu. Kanepeye uzanıp fişi çektim.

---Karanlık bir tünelde koşuyordum. Zemin kaygandı. Düşüyordum, kalkıp uçuyordum, yer çekimi bana meydan okuyordu yine düşüyordum. Koşa koşa hızlanıyordum, sonra yine uçmaya başlıyordum, tünelin tavanına çarpmak üzereydim, uçmayı biliyordum ama alçalmayı beceremiyordum.. Neyse ki fizik kuralları vardı, düşmem kurtuluşum olmuştu.. Rüyalar saçmadır. Karanlık tünelde uçarken gül bahçesine düşmüştüm.. Öyle çok gül vardı, öyle çok kokuyorlardı ki, burnum tıkandı.. hapşırdım.. uyandım.
Yatağın üstü gül yapraklarıyla doluydu.. Her taraf kıpkırmızıydı.. Kırmızı ve romantik bir sabaha uyanmıştım. Ben tünellerde uyurken, o erkenden kalkıp çingenelerden demet demet güller almış. Hani filmlerde olur ya, bir de yol yapmış.. Genelde filmlerde gül dökülmüş yollar yatağa gider, benim yolum banyoya gidiyordu. Küvet suyla dolmuş, üstünde yine gül yaprakları.. Bu kadar gül alacağına kıymalı su böreği alsaydı diye içimden geçirdiğim doğrudur, ama ritüeli bozmadım, küvete girdim..
Yol devam ediyordu.. Küvetten mutfağa doğru.. Kıymalı börek hevesiyle gittiğim mutfakta beni taze sıkılmış portakal suyu bekliyordu. Taze sıkılmıştı, zira kabukları tezgahın köşesine düzgünce yerleştirilmişti.. İçtikten sonra temizlemem gerekecekti, bulaşık ta çıkarmıştı, naled olsundu..
Güllü yol bu sefer beni koridora çıkarmıştı. Bir karikatür dergisi ve çok sevdiğim ispanyol yönetmenin bir dvd'si beni bekliyordu.. Malları toparlayıp yoluma devam ettim. Salonda kanepenin yanına sehpa çekilmiş, tepsi içinde kahvaltım hazırlanmış (kıymalı su böreği yok, meyve salatası yapmış sanki çok severmişim gibi), kanepe yastıklarla konforum için donatılmış, yedikten sonra yat kıvamına getirilmiş.
Tepside bir mektup.. "yine ani bir iş çıktı.. kahvaltını bensiz edeceksin ama filmin sonuna yetişirim.. senin şimşek."

Sağolsundu.. Aman da ne kadar inceydi.. Pek te romantik hareketlerdi.. Tamam yalan söyleyemem bir duygu seline kapılmıştım ama boğulmamıştım. Bu ilişkide kendimi öğrenilmiş çaresizliklerimle büyütmüştüm.. Hiç sevmediğim o meyve salatasını zevkle yerken içine kalp şeklinde kesip koyduğu kırmızı elmaları farkettim. Kıyamaaaam yaa ne uğraşmış diye düşünürken telefonuma mesaj geldi..
"Bugün de benimleydi.. Seni yalnız bıraktı.. Neden biliyor musun? Çünkü beni seviyor. Salda" ----

Fişi yeniden taktım. Geçmiş anılarım uykumu açmıştı. Bir elli iki saat daha kesintisiz operasyon yapacak hırsla kalktım kanepeden. Güzel bir kahvaltı edip çalışmaya devam edecektim. Kahvaltı salonuna indim. Büfeden üç tane kıymalı börek aldım tabağıma. Masama oturdum. Garson yanıma gelip taze sıkılmış portakal suyu ister misiniz diye sordu. Bana sert, zehir zıkkım gibi bir kahve getir dedim.
Güneşli bir Antalya sabahıydı.. Aydınlık koridorda ilerliyordum. Kaygan zemin uyarısı koymuşlardı yere. Ben uçmayı biliyorum dedim, önemsemedim, yürüdüm..


Pazar, Temmuz 29

sor bana pişman mıyım



"Sen çok güzel bir kadın olacaksın ve ben yanında olamayacağım" demişti bir gün. Öyle durup dururken..
Çok sevdiği, kırmızı fırfırlı elbisem vardı üstümde. Küçük kız çocukları gibi mutlu ve şımarık günlerimdi. Terastaki sedire uzanmıştık ikimizde.. Aynı külahtan çilekli dondurma yiyorduk.. Yok aslında ben yiyordum, o daha çok benim dudaklarımı yiyordu.
"Seninle böyle bir ömür geçirebilmek için hemen şu an kolumu verebilirim.. yeter ki tadın hep ağzımda olsun" dedi sonra.. Her haltı bildiği gibi ilişkimizin yazgısını da biliyordu aslında. Bir şeyler yolundan çıkacaktı ve gelip bizim patikamıza düşecekti. Topraklarımız çatırdayacak, aramızda uçurumlar açılacaktı..
Umursamıyordum dediklerini. Onsuz bir hayat olamazdı, bunu aklım almadığından, gereksiz bir duygusallık anında olduğumuzu düşünüyordum. Bir anda yoruldu, kurduğu cümlelerden, o anda aklından geçenlerden bitkin düştü.. Ağır ağır düştü üstüme, göğsüme koydu kafasını, boşta hiç bir yerimi bırakmadan sarıldı. "Sensiz nasıl devam edeceğimi bilemiyorum bu lanet hayata" dedi. Dondurmam kayıp düşmüştü elimden..

O gün yollarımız ayrılırken biliyordum.. Zamansız sızlayacak bir yara olarak hep kalacaktı göğsümün orta yerinde.

Şimdi leş gibi sıcak bir gecede, yıllardır açmadığım o sandıkta bir kitap ararken bulduğum kırmızı fırfırlı elbisenin karşısında sanki hala kanıyormuş gibiyim.

Güzel bir kadın olamadım. Senin olmadığın hayatta tüm güzellikler silindi zaten. Kimsenin yanına uzanıp ona kalbimle sokulamadım. Artık ne sonsuz mutluluklar albümüm var ne de sana anlatmak için biriktirdiğim tatlı hayatlar..

Bu kadar

Çarşamba, Mayıs 23

aşk dediğin de pek iyi bir halt değil neticede..




Ben: Telefonunun ışığı yanıp sönüyor..
O: Mesaj gelmiştir önemli değil.
Ben: Yoo hayır sessize almışsın, çalıyor. Hatta arayan Selda..
O: Yok canım Salda o, ispanyol.
(Çatlak İç Sesim: Nal gibi yazıyordu Selda diye..)
Ben: Bir İspanyol geleneği midir bu saatte aramak?
O: Bu saatte değil.. İspanyada saat daha...
Ben: Bir saatin lafı olmaz ama neyse..
(Çatlak: Takmış İspanyol diye, Selda yazıyordu.. Hem zaten ırkı değil cinsiyeti önemli bizim için..)
O: Neyse yaa sahiden geç olmuş uyusak mı?
(Çatlak İç Sesim: Bak pezevenge hemen uyumaya gidiyor.. açıklayamacak tabi, uyusun da unutulsun..)
Ben: Konuyu kapatmanın kısa yolu..
O: Canım benim yaaa, ne konu kapaması. Mimar bu kız, iş için arıyordur, bir şeyin içinden çıkamamıştır.
(Çatlak İç Sesim: İspanya'da mimar yok çünkü.. sen her an aranmaya müsait bok yedi başısın çünkü..
Ben: Sahiden uyuyalım.)
O: Yüzünü dökme küçük kız.
(Çatlak İç Sesim: Kandırıyor kızım seni..Ulan herif zaten patlamış mısıra benziyor.. Bok mu var hemen ikna olursun. Malsın kızım sen. Mallllll!.. Salak... Gerzek!.)
Ben: Koridorun ışığı açık kalsın.

Böyle zamanlarda ben uyusam da gece terörüm uyumazdı. Bir saat geçmeden uyanmıştım. Koridorun ışığı yanardı hep ve ben karanlık korkuma teslim olmadan sigara içmek için salona gidebilirdim.
Sigaramı yakıp koltuğa uzandım.. Sehpanın üstünde duran mumları yakmamla yine aynı yerde duran O'nun cep telefonuna kilitlenmem bir olmuştu. 3 cevapsız arama, 1 mesaj..

(Çatlak İç Sesim: Oku o mesajı.. Bakalım neler karıştırıyor mısır beyinli..)
Ben: Okursam anlar. Anlarsa ölürüm utancımdan.
(Çatlak İç Sesim: Ne anlayacak be.. Okursun sonra da silersin, böylelikle hiç gelmemiş olur.)
Ben: Ya kız yarın arayıp sorarsa mesaj yazdım niye cevap vermedin diye..
(Çatlak İç Sesim: Şaibe yapmasın orospu.. Gelip sana bunu soracak olursa bozulursun, trip atarsın, o kabiliyet düşmanı karı mesajı gönderememiş, sen şimdi beni neyle suçluyorsun der kavga çıkarırsın..)

1 Okunmamış Mesaj: Çizim yapamıyorum..hala seninle sevişiyor gibiyim.ellerin tenimi yakıyor,acıtıyor.Selda

Bu ilkti. Sonradan aldatılmanın profesyoneli olacaktım ama o an ilk deneyimimdi. İçeride horlaya horlaya uyuyan adam, benim iki yıllık sevgilim (üstelik böyle hadiselerle dolu beş yıl daha sürecekti bu safsata), aşkım, hayatım, herşeyimdi.. Elimde tutamadığım telefon onun telefonuydu. Peki bu mesaj kimindi..

(Çatlak İç Sesim: Kim ulan bu Selda.. telefon pornosu mu?)

Ellerim titremeye başlamıştı önce.. Sonra gittikçe bütün vücuduma yayılan bir zangırdama hali.. İçsel deprem dedikleri bu olsa gerek.. Nefes yolların kapanıyor, gözlerinde denizler kabarıyor, ayağa kalksan yere yıkılıyorsun. Baş dönmesi, dizlerinin çözülmesi, kalp sıkışması.. dünyanın bütün felaketleri sende patlıyor. Sana ait olmayan bir şey içine girmiş gibi kusarak atmaya çalışıyorsun. Belki o an iç sesinle birleşiyorsun.. Belki ona söyleneni kaldıramıyorsun, yaşadıklarını sindiremiyorsun. Sonra her yer yanıyor.. Pis bir yanık kokusu..
Kıpırdanmalar oluyor birden, ayak seslerini duyuyorsun. Biri seni görüp bağırıyor.. Herşey o kadar uzaktan geliyor ki.. Biri sana yaklaşıyor, seni kollarından tutup sarsıyor.. Ne yapsa yetmiyor bana ulaşmaya.

Yok.. terk edip gitmemiştim.
Tam iki gün boyunca yatağımıza uzanıp ağlamıştım. İlk gün yanımdan hiç ayrılmadı, yanıma uzanıp saçlarımı okşadı. Ne su içtik ne bir şey yedik. Sımsıkı sarılıp özürler diledi, bir daha asla yapmayacağına sözler verdi, boynumda ağladı.. ben ne kadar ağladıysam o da o kadar ağladı.
İkinci gün sabah salonda yaktığım döşemeleri değiştirdi. Farkında olmadan küçük bir yangın çıkarmışım o esnada. Mumlar devrilmiş, sigaram düşmüş elimden. Akşama kadar her şeyi yenilemişti. Güzel bir sofra kurup beni kaldırmıştı. Bana yaptığı her yemeğe bir isim verirdi ve evet yemekleri hep o yapardı. Acıkmıştım. Aşk alevini yerken bana küllerinden yeniden doğan Anka'yı anlatıyordu.
... biz.. diyordu hiç tükenmeyeceğiz.. sen.. diyordu evler yakan güzel... ben... diyordu ruhuma kadar seninim.

Sahi... söylenip, carlayıp, tetikleyip duran çatlak iç sesime ne olmuştu o zaman?..

Çarşamba, Nisan 18

uzun ve gereksiz..




"İnek obasııı uyan... " alarmım çaldığında sabah beşti.. Bir saatlik uykudan sonra yapılan eyleme belki şaşkınca yaşama denilebilir ama kesinlikle uyanma denilemezdi. Ayağımı terliğime sokmam ve sonra ne terliği yaa zaten çorap giyeceğim karmaşasını yaşamam tam on dakikamı aldı.. Julietin mamasını vermem ve suyunu tazelemem..bu işlemleri yaparken banyo ile balkon arasında tam yirmi tur atmış olduğumu da sayarsak on beş dakikama mal oldu.. ama konumuzun tüm bunlarla hiç alakası yok.

Mutfağa girdiğimde dehşet görüntü beni bekliyordu. Gece yıkadığım çamaşırlardan sonra makina suyunu borulara atmak yerine benim şahane mutfak fayanslarımın üstüne atmayı uygun görmüştü.. "Aman allahımmm" zamanıydı, sabahın beş buçuğuydu, nerden bakarsan bak çok ta gereksizdi.. Etrafına bez, eskimiş tshirt, eski bir havlu.. ne bulduysam atıp kapıyı kapatıp evden çıktım. Zira gideceğim tek yer havaalanıydı..

Evden çıktım ama evi su basarsa fikrini içimden çıkartıp atamadım. Daha önceki iki evimi su basmıştı ve üçüncü kez bu maceraya girecek mecalim yoktu. Tatildeydim.. Tatilde olduğum halde çalışıyordum.. Hayatımda tanıyabileceğim en sıkıcı kız kurusuyla uzun bir yolculuk yapmak ve bu esnada onu herşeyden memnun etmek zorundaydım.. Kahretsindim!.

Babamı arayıp makinamdan su geldiğini söylesem makinanın icadından başlayacaktı anlatmaya.. Pompaların ne işe yaradığı, motorun nasıl çalıştığı, filtrelerin düzeneği.. Benim fişe tak, düğmeye bas basitliğime tekpi olarak doğmuştu babam.. Düğmeye basıyorsan neden bastığını bileceksin, sen o düğmeden elini çekene kadar o makinada neler yaşanıyor anlayacaksın diye gözlerini kapatarak anlamaya devam eder.. Bense kulaklarımı kapatarak yemek yapmak için kimya bilmeye gerek yok isyanıma geçerim.. Babamla konuşmamın her zaman bir saatlik tartışma sonrasında servis çağırmama bağlanır ve ızdırap diner.

Annemi arayıp makinamdan su geldiğini söylesem, makinanın altında kapak var onu çek çıkar, yuvarlak bir kapak daha var onu da çıkar, orada ince boru gibi bir şey var ona sütyeninin teli kaçmıştır çek çıkar kapat kapakları der ve çözer işi. Ama ızdırap daha büyüktür.. nefes arası vermeden komşu Sabiha hanımın kızı Filiz den bahsetmeye başlar; "Bak o senden sonra mezun oldu, doğuya da gitmedi buraya yakın bir köyde yaptı öğretmenliğini, sonra evlendi, çocuğu oldu, büyüttü çocuğunu da şimdi burada evinin dibinde bizim mahalledeki okulda öğretmenlik yapıyor.. Sen git otellerde yaşa, havaalanlarında kuyruk bekle, sabahlara kadar çalış.. O koyun kadar köpeğinin kakasını temizleyerek harcadığın vakti bebeğe verseydin şimdiye konuşmaya başlamıştı. Benim de elim ayağım tutuyorken yapsan bir çocuk ben ona da bakarım büyütürüm.." Annem hızını alamaz aile planlamama başlar. Sanırsın beş yıllık evliyim ama vücudum bozulmasın diye çocuk yapmıyorum. Izdırap devam eder; "O çocukla evlenecektin sen.. aslanlar gibi çocuktu, makina mühendisiydi.. senin çamaşır makinan bozulsa o çocuk söker yeniden yapardı.. Ama sen çocukluğundan beri o yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmiyor havanı atamadın üstünden.. Şimdi böcek çıksa ağlaya ağlaya babanı arıyorsun.. Kızım baban böceğe ne yapsın, bir böcek için taa kalkıp oraya mı gelecek adam, göbeğinde fıtık var, belinde fıtık var, bir de maşallahı var ne eğilir ne kalkar o adam mazallahh.." Annem evde çıkan böcekleri öldürecek bir adam olsun diye bile evlenmenin gerekliliğine inananlardan. Sülalemizdeki nüfusun yüzde doksanı dul insanlardan oluşuyor olsa da annem beni evlendirme isteğine gem vuramaz. Bense eltilerine yemeğe gidecek, akşamları elma soyacak, aile olma müsamelesinde yan rolü oynayacak kızlardan hiç olamadım.

Sağıma döndüm.. Omzumda gittikçe ağırlaşan bir kafa var. Sevgili müşterim dünyanın en sinir yüklü ve aynı zamanda en detone kahkahalı kadın uyumak için omzuma sığınmıştı.. Uyanıkken Michael Jackson'a, uyurken cenazeye benziyordu.. Annem olsa "kadın bir gudubet, bir çirkin ama çok efendi kocası var, karısının elini sıcak sudan soğuk suya sokmuyor" derdi.. Babam olsa bak bugün hentbol maçı vardı onu kaçırdık derdi.. zira babam böyle konularla çok alakalı cümleler kuran bir adam değildir.

Son anans geldi canımlar.. Uyuyan hortlağı kaldırıp uçağa binmem gerekiyor.. Hadi sinerjileri çalıştırın, evimi su basmamış olsun.
Öberim hepinizi.

Cuma, Nisan 6

çarpan kapılar cereyan yaptı



Kırmızı koltuk.. Evimin sıcaklık simgesi.. Evin yuvaya dönüşmesi için gerekenlerden üçüncüsü.. İlki kırmızı rendedir, ikincisi ahşap taburedir netekim.
Kendisini yeni almıştım. Kapıyı açar açmaz gördüğüm ilk şey olması ünvanı da vardır üstelik. Hafta sonunu üstünde uyuyarak geçirmeyi planladığım konfor alanımdı yeni kırmızı koltuğum.
Kapıyı açıp eve girdiğimde paramparça halini gördüm, üstünde hırçın kız köpeğim juliet vardı. Ben çalışırken kendisinin keyfi kaçmış olacak, yeni koltuğun döşemesini sökmüş, süngerlerini parçalamış.. Regl dönemine giriyor ya hanımefendi.. Geçen sefer de aynı şeyi yapmıştı. Yine regl dönemine girerken koltuk yemişti. Bizim on sekiz senedir her ay yaşadığımız şeyi daha ikinci kez yaşadığı halde kaldıramıyor. Biz böyle dönemlerimizde sevdiklerimize iki trip atsak, hayatımızdan çekip giderler.. Köpek koltuğu yiyor, pozitif eğitim anlayışımızla bir şey olmamış gibi davranmak zorunda kalıyoruz. Hayat kesinlikle adil değil. Ben de pozitif değilim.

Yere oturmuş, kırmızı koltuğumun döşemesini dikerken çatlak iç sesim elinde sigarasıyla odaya geldi, başımda dikildi ve lirik ses tonuyla itici konuşmasına başladı.. "Huyundur.. Her bahara ölerek başlarsın. Doğa hayata dönerken, sen aksilik çıkarmazsan olmaz."

Ne alakası vardı yaşadığım şeyin benim ölmemle.. Hem gayet yaşıyordum, elimde iğne.. bata çıka koltuk dikiyordum. Üstelik canım yanıyordu. Tamam iğneyle alakalı değildi can yanması ama yanıyordu işte, yaşadığımın kanıtıydı. Daha ne?

Omzuma kadar eğilip yüzüme dumanı üfleyerek devam etti "o kadar umutsuzsun ki, bu köpek bile isyan ediyor buna.. bu bir haykırış"..

İğneyi yüzüne doğru tutup uzaklaştırmaya çalıştım. İçime de bir köpek salıp bu kadını parçalatmak istiyordum.. Köpeğin haykırışıymış.. köpekler şeyetsin seni. Bak toplum içinde küfür ettirecek bana aşüfte. İğneyle üstüne üstüne yürüdüm.. Hiç çıkarmadığı için artık üstüne kaynamış olan lacivert saten geceliğinin beline kırmızı deri kemer takmıştı. Bu da yetmemiş boynuna kırmızı bandana sarmıştı. Saçlarını sıkı sıkı topuz yapıp, kulaklarının önünden iki tutam lüle bırakmıştı. Ondan iğrenmem için her şeyi tamamdı.


Yüzüme doğru tekrar dumanı üfleyip, sağ eliyle ensene iki şaplak attı. Sinirimden yumruğumu sıktım, iğne elime battı.. Çenemi tutup öldüren vuruşunu yaptı; "yaşama korkağısın sen, yazıksın.."

Tamam. Bu ev hepimize dardı. Kemirgen juliet, saldırgan hokkabaz iç sesim, feylesofum, hijyenim, emekçim, lezzetim, dervişem.. içimin sesli kadınları ve ben. Ben ve kırgınlıklarım.. Bir nefeslik boşluk bile yok. Hepsini kovdum.. Kendimi kapıda buldum.

Kapıyı ilk çarpan sendin. Juliet gibi senin de keyfin yoktu, belki de kötü günündü.. Ben toparlamaya çalıştıkça sen elinin tersiyle kırıp döktün tüm sözlerimi. Her şey çok basit.. zaten hep öyleydi. ne kahramanlık öykülerimiz oldu, ne macera dolu anılarımız. Engelleri aşmadık, uçurumlardan düşmedik. Çok kolay oldu hep bir araya gelmemiz. Yorulmadık, istedik ve oldu. Sadece güzel heyecanlarımız ve birlikte olma telaşlarımız vardı. Sen hep komiklikler yapıyordun, ben de hep çok gülüyordum. Dertsiz, tasasız, güzeldik.. Belki de bu yüzden çok kolay bittik. Heyecansız ve telaşsız iki mesaj. yırtık bir fotograf.. Son bulduğum boşlukta derin bir nefes aldım.. Döndüm kapıya sırtımı. Gidiyorum.


Pazartesi, Nisan 2

gark oldum..



Gayet olağan bir pazartesi sabahında uyandımdı... Yok başka ne olacaktı..
Fekat nasıl olurdu, salondaki kanepede uyanmıştım.. Üstelik ağzımın altında sarı scotch brite ile.. Ayağa kalktığımda içimden bir kağıt düştü yere.. Biri mektup yazıp içime atmış, olacak şey mi.. "ben kutu değilim" diye sinirlendim önce sonra geçti.. Açtım kağıdı.. İçimin Hijyen Hatunundan bana yazılmış bir mektuptu;

"Bazen sadece bekliyor insan.
Bahar gelmiş.. yaz geçecek.. karlar başlayacak.. Dört mevsim bekleyebilirim, sakıncası yok.
Nasıl beklediğimin önemi yok. Hep aynı yerde saniyelerce bekleyebilirim. Ne beklediğimin de bir önemi yok. Beklentime anlam ve umut katmak istemiyorum. Sonra yıllarca geçmeyecek bir sürgüne dönüşüyor yaşamak..
Yaşamak dediğin ölmemek değil mi bir yerde? Zaten her halükarda ölene kadar beklemiyor muyuz?

Beklerken temizlik yapıyorum bazen..
Gaz ve toz bulutu değil mi oluşumu.. öyle çok toz var ki dünyada, temizlemekten canım çıkıyor. Siliyorum, her yeri defalarca siliyorum. Sonra ışığı yakıp karşısına geçiyorum. Kahvemi koyana kadar tozlar yeniden oluşuyor. Siliyorum.. Uzanıyorum.. Uyandığımda her yerde oluyorlar. Üreme şampiyonu bunlar.. Nedenleri yok, başka işleri yok, engelleri yok..sürekli çoğalıyorlar. Sonra saçıma konuyorlar, kıyafetlerime yapışıyorlar, televizyonumu gasp ediyorlar, telefonumdan duvarlarıma kadar her yerdeler.. Siliyorum.. Uyanıp uyanıp siliyorum.. Yatağımda yatmıyorum, uyanamam diye.. Salona konuşlandım, bezim elimde bekliyorum.. Zaman nasıl geçiyor bilmiyorum.

Köpeğim var benim.. Üstü tozlansın istemiyorum. Onu da siliyorum.
Tozlanmasın diye onu sildiğimi görenler olursa çok gülürler bana. Bence hiç komik değil. Ama komik olduğumu söylüyorlar bana bazen. Ama bazen..
Oysa ben sadece bekliyorum."

Mektup kağıdını katladım.. Saate baktım. Juliete baktım.. İşe geç kalmıştım, dışarı çıkartamayacağım için camı açtım. O camdan dışarıyı izlerken ben de giyinip çıktım.
Bu kadar.

(yazar burada hissiz, duygusuz bir insan olduğu mesajını mı vermek istiyor amacı nedir ben anlayamadım sahisi)


Cuma, Mart 30

yazdığım yazacağım budur bence..




Bir mektup yazma isteğiyle uykunuz bölünür bazen. Belki de hiç yaşamazsınız böyle bir isteği.. Açıkçası şu an sizin isteklerinizden çok kendi isteklerimle alakadarım.

Günlerdir mektup yazmak istiyorum, yazmıyor şarkı söylüyorum. Şarkı söylemek daha keyifli. Çok şahane olmasa da kendime yetecek kadar sesim, kendimi ifade edebilecek kadar dansım var. Mektup yazma isteğimi bu şekilde yatıştıramıyor ama erteliyorum.

Ertelemelerimi biriktirdiğim odama çekiliyorum. Bazı kırgınlıklarım da var burada, heyecanlarım, bir de "ne yapacağım dört köşesi" var. Duygusal depo bir nevi. Son günlerde tıkış tıkışız. Eski bir dostuma anlatsam diyorum bir mektupla, nefes alacak yer açılır mı?

Eski dostum.. Bu mektup eline geçse çok yadırgarsın belki. Bunca zaman nerede yaşadığını bile bilmediğim halde ulaştırabilsem sana.. Çok manasız bir duygusallığa girebiliriz, ne gereği vardı diyebilirsin. Belki artık hayat penceren başka bir sokağa açılıyordur.. belki o sokakta isyankar, inatçı, özgür kızlar yoktur..

Aramıştın beni, yıllarca görüşmediğimiz halde, bir gece yarısı, "ölüyorum" demiştin. Yıllar sonra tekrar bir aradaydık. İyileştirdik seni.. Seni hiç özlemediğimi farketmiştim.. İyileştiğinde kolayca ayrılmıştı yine yollarımız bu yüzden.. Şimdi de özlemedim.. Sadece gereksiz bir mektup yazma isteği.. bir nefeslik yer..

Belki biraz daha şarkı söylesem..biraz daha ertelesem.. Belki bir gün yazarım.
Kimbilir..

Perşembe, Mart 29


Polis bugün gaz bombalarıyla, su tanklarıyla, coplarıyla öğretmenlere karşı hazırlandı.. Önce gaz bombasıyla saldırdı.. sonra ıslattı.. sonra da coplarla bir güzel dövdü..

Evet öğretmenleri!.. Çünkü öğretmenler faşist dinci devletin sahici düşmanları.

Şimdi biz kıçımızı yaya yaya izleyelim..

Onlar bizim ülkemiz için, çoluğumuzun çocuğumuzun geleceği için hem mesleklerini hem hayatlarını taşın altına atsınlar.

Ve sen... baban yaşındaki öğretmene copla saldıran polis..

Sen bugün kendi geleceğine saldırdın.

Utanmadan "çektin vurdun" geleceğini.

Yazıklar olsun!.

Çarşamba, Mart 28




Cebine çakıl taşlarını doldurup aramızdan ayrılalı 71 yıl oldu..

Adeline Virginia Stephen..
"Kadınların yazabilmek için parasının ve kendine ait bir odasının olması gerektiği" sözlerini okuduğumda, sanırım okumayı yeni çözdüğüm yaşlarımdaydım. Çocukluğun düz mantığıyla kendime ait bir odamın olması gerektiğinin ilk isyanlarını çıkarmış, yazar olabilmeme yetecek parayı biriktirmeye başlamıştım.

Çocukluktan çıkmaya başladığım ilk gençlik yıllarımın ilk yağlı boya çalışması "kendine ait bir oda"nın resmi olmuştu..
Her kitabını etkisinden çıkamadan okuduğum, o olmaya özendiğim, o olamadığım kadın..

Diğer kahramanım Frida'nın ablası.

Sonsuzlukta sevgiyle kal..

"siz duygularınızın kölesisiniz herkes gibi. ama size hükmeden bu duyguları tanıyamaz, ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacağını bilemezsiniz. bir aşk, bir öfke, çıldırıcı bir kıskançlık, dayanılmaz bir özlem, bazen karanlıkların içinden çıkıp sizi esir alabilir. bazen bir başka insan için kendinizden vazgeçebilirsiniz.bazen öfkeyle kamaşır içiniz.

yitirmenin ne olduğunu biliyorum.

yaşadığımız aşklar hayatımızı değiştiriyor. yapılan hatalarda değişen hayatı bir kez daha değiştiriyor. savruluyoruz...

hayata ne ile başlarsan başla elinde çok az şey kalıyor. gurur ve aptallık.

kaç kez yaşadığımız anın değerini bilmediğimiz için geleceği reddetmişizdir, kaç kez kıymetini anlayamadığımız bir anda yaşadığımızdan çok parlak olabilecek bir geleceği elimizden kaçırmışız.

hayata neyle başlarsan başla elinde çok az şey kalıyor.
gurur ve aptallık.

halbuki her şeyi istemiştik di mi..?"

Virginia Woolf

Pazartesi, Ocak 23

mutlu olduğun zamanlar da var muhakkak.. ama şimdi konumuz o değil.



Bazen mutsuz olurdun..
Mutsuzsan beni az az severdin bilirdim. Yapacak daha iyi bir şey bulamadığında, sınırlandırılmış vakitlerde..
Aniden gelirdin, biraz kalır giderdin. Hızlı hızlı hazırlanırdım beni daha çok sevmen için.
Gelirdin.. Elim, ayağım, dilim birbirine dolanırdı.. Yan yana otururduk, sana değen tarafım yanardı. Bana ve köpek yalnızlığıma sarılman için beklerdim.. beklerdim.. beklerdim.
Aniden giderdin.. Öyle olurdu hep.
Bu dünyanın en huzurlu uykusuna yatardım ardından.. Yataktan sökülerek uyanırdım. Kadınların sesinden şarkılar dinleyerek yürürdüm işe. Kahvem, kurabiyem, gülen suratım ve ben geçerdik işlerin başına..

Bazen çok mutsuz olurdun..
Çok mutsuzsan bana tahammül edemezdin bilirdim.
Köpek yalnızlığımla uzaktan izlerdik seni.. Ne zaman elimizi uzatsak bileğimizi burkardın.
Susardın.. Elim, ayağım, dilim birbirine dolanırdı. Otururdum, seni düşünen tarafım kanardı. Sen hep ölümden bahsederdin, bir güzel cümle beklerdim.. beklerdim.. beklerdim.
Aniden susardın yine.. Öyle olurdu hep.
Uykusuz geçerdi geceler.. Ev soğur, duvarlar dökülürdü. Sen horlaya horlaya uyumaya başlardın karşı yakadaki evinde. Müziklerim, kadehim ve kaygılarım beklerdik sabahı.

Perşembe, Ocak 19

bilesin ki olmuyor...




"Her şeyin zıvanadan çıkabilmek için bir dayanağı var.. ben çıldırma hakkımı kullanıyorum.
Burada.. bulunduğum yerde kıymık kıymık ayrılıyorum kendimden.. Yepyeni bir ben için, kendimi soyuyorum."

İkimizin de önünde birer kadeh, mum ışığının iki tarafına oturmuştuk.. Feylesof Hatun ve ben.. Birbirimize içmeden katlanamıyor muyduk bilmiyorum, ama böyle oluyordu genelde sohbetlerimiz. İçeriden gelen solo şarkı, tiz ışık ve iki kadeh.

"Artık biliyorum... Bazı fotograflar bizi üzmek için var. Bazı video kayıtları seyredilmemek için çekilmiş.. ve bazı zamanlar sahiden geçmek nedir bilmiyor. "

Ben konuşuyordum.. Bugün ilk kez dinleyici ben değildim. Hep iç sesleri konuşur insanların.. Bugün Feylesof iç sesim beni dinliyordu..

"O-ya-la-nı-yo-rum!.."

Kendi kendime ayıp etmemeye çalışıyor gibiydim.. Aslında çok sıkılmıştı ama tam bir hanımefendi gibi davranıp kalkmıyordu karşımdan. Uzun uzun anlatıyordum aklımdan geçenleri.. Özetle dinliyordu beni..

"Sanki kimseyi tanımıyor gibiyim.. Siz de olmasanız ne yapardım.. Aslında belki siz de olmasanız daha iyi olurdu.. belki de beni delirten sizsiniz.. Hiç durmadan konuşuyor, hatırlatıyor, kırıyor, döküyorsunuz.. İçim hep isyanlarda.."

Başını iki elinin arasına almış dinliyordu beni.. Önündeki kadehe hiç dokunmadığını farkettim. Önünden yavaşça çektim kadehi hiç itiraz etmedi..
Kendi iç sesimle de iki kadeh şarap içip dertleşemeyeceksem naled olsundu, kahretsindi..Böyle iç olmaz olsundu..

Mumu üfledim, müziği kapattım.. yattım uyudum sonra.



Cuma, Ocak 13

tam olarak...



Hikaye her zamanki gibi başlıyordu.. Aslında yine gayet olağan bir gündü ve artık olağan olan her şeyden ödüm kopuyordu.
Televizyon karşısında uzanmış, miskin miskin kanallar arasında dolaşıyordum. İzlemeye değer bir şey bulamayınca her zamanki gibi kendi kolajımı izlemeye koyuldum. Çok hayin sevgili blog okurlarım, bunu size daha önce anlattım ama hatırlamadınız biliyorum. Herhangi bir kanaldan bir cümle dinliyorsunuz devamını diğer kanallardan birer cümle olarak tamamlıyorsunuz. Böylelikle dünyanın en saçma televizyon gösterisini yapmış oluyorsunuz.. hem parmağınız yoruluyor hem televizyon izleme isteğiniz geçiyor.. Böylelikle herhangi bir şey kaçırmamış olmanın rahatlığıyla uykuya dalıyorsunuz.
Göz kapaklarım ağır ağır kapanıp suratıma o iğrenç sırıtma ifadesi yayılırken farkettim onu. Kahretsindi, lanet bir toz öbeği yeni aldığım full hd lcd televizyonumun ekranını işgal etmişti. Buna izin vermem beklenemezdi. Derhal cam sil ve sarı  bez ikilisiyle kendilerine saldırıda bulunacaktım. Ama önce uyumalıydım.

Ne zaman vakti koltuğa serilip suratımda o sırıtık ifadeyle uykuya dalacak olsam çatlak iç sesim parmak ucunda sinsice bana yaklaşır.. sessiz sessiz ilerler, yanıma gelir, sessizce kulağıma doğru yaklaşır ve o iğrenç tiz sesiyle "inek obasıııı uyaaan!." diye bağırarak beni uyandırır. Bu hep böyledir. Ardından kötü kahkahaları gelir. Kolumu bacağımı poposuyla ittirerek koltukta kendisine yer açar, oturup hemen bir sigara yakar. Kendime gelmemi beklemeden emir ve isteklerini, öneri ve dilek kılığına sokarak yağdırmaya başlar..

"Böyle bön bön bakıp sinirimi bozma, hemen hazırlanman gerekiyor, seni bekliyorlar".. dediğini duyduğumda ister istemez ayılmıştım artık.

Beni bekliyorlarmış, ulan ben de birini bekliyorum, geliyor mu.. yok!. Ben neden beni her bekleyene hazırlanıp giderim? Bunun kavgasını insaniyetsiz çatlak iç sesimle yapar, haddini bildirirdim. Ama önce hazırlanmam gerekiyordu.

Saçlarımı maşalamam, elbisemi giyinmem, makyajımı tamamlamam, ayakkabılarımı ayağıma geçirip kapıya gelmem tam olarak kırkbeş dakika sürdü, televizyonun üstündeki toz birikintisinin aklıma düşüşü ve cam sil ile kankası sarı bezi elime almam tam olarak bir dakika sürdü. Çatlak iç sesimin omzuma tırnaklarını geçirerek beni sarsması, benim full hd lcd televizyonumu yerinden oynatmak suretiyle yere düşürecek olmam, ama itme  hareketiyle televizyonu yerine oturtup kendimi yere atmam, bu vesile ile topuğumu kırmam ise tam olarak 20 saniye sürdü.
Neyseki fizik kuralları vardı..

Bütün bu olaylar silsilesinden sonra yorgun bedenimi tekrar koltuğa uzandırıp dinlendirebilirdim.. ama önce ayakkabılarımı değiştirip dışarı çıktım.
Bu kadar.













Perşembe, Ocak 12

peki kar yağsa?



Dinlenmekten sıkıldım, dinlenilmek istiyorum. Uzun uzun cümleler kuruyorum.
Artık kestirmelerim yok, anlaşılmak istiyorum.
Her şeyin gerisinden bakıyorum. Burası bembeyaz, soğuk ve eksik. Denediğim her şey yanımda. Denediğim her  şey beni nefes nefese bırakmak için hayatıma girmiş gibi.. koşuyorum, soluğum kesiliyor, duraklıyorum ve kayıyorum. Her şey çok hızlı oluyor. Anlaşılamıyorum.
Sabır gösterip kendini dinlenmeye çekmek uzun bir koşu gibi. Yoruluyorum. İçim koşuyor. Geçtiğim her yere takılıyorum, her yerde benden bir parça kalıyor. Koşuyorum. Koştukça eksiliyorum. Sabredip beklemek benden bir şeyler alıyor. Heyecanımı, hevesimi, soluğumu kaybediyorum.
Oysa ben hep avaz avaz sevmiştim seni...
Sustukça bitiyorsun. Her şeyin ötesine geçiyorsun.
Senden vazgeçiyorum.
Dinlenmekten sıkıldım. Dinlenilmek istiyorum artık.
Uzun uzun anlatacağım, anlaşılana kadar.