Çarşamba, Kasım 11

çıldırdığım günden bir kesit..





O hafta sonumu şehirden kırk beş kilometre ileride, insanların kendini dağ tatiline gitmişçesine avuttukları bir tepede bulunan üçgen biçimli bir otelin, tavan arası süsü verilmiş lambiri kaplı odasında geçirdim. 

“Yazmasaydım çıldıracaktım” klişesine kapıldığım bir dönemdi. Yavaş yavaş çıldırıyordum ama yazamıyordum. Birkaç parça eşyamı, yün çoraplarımı, Bukowski’yi, marketten aldığım iki şişe kırmızı şarabı, günlüğümü ve diz üstü bilgisayarımı bavuluma koyup kendimi sisli yollara bıraktım. Ne var ki otel hafta sonu tatilcileri ile doluydu. Resepsiyonda uzun bir süre anahtarımı almak için beklediğim sırada gördüm onu. Başta bağırma masası sandığım, sonradan misafir ilişkileri olduğunu öğrendiğim, insanların sürekli önüne geçip bağırdıkları masanın hemen çaprazındaki koltukta oturmuş bira içiyordu. 1930’ların kolalı gömleklerine benzeyen beyaz bir gömlek giyinmişti, altında kahverengi bir pantolon, üstünde yine aynı renk pantolon askısı vardı. Yandan ayrılmış, briyantinli saçları biraz gevşemiş, alnına dökülmüştü. Kapalı alanda yasak olmasına rağmen sigara içiyor ve bundan hiç endişe duymuyordu. O curcunanın içinde, bulunduğu metrekareyi ayrı tutan garip bir sakinliği vardı. Bu dünyadan değil gibiydi. Ama onu tanıyor gibiydim.
Onu tekrar görmek istiyordum. Ama yaşadığım kalabalıktan kaçmak için buraya gelmiştim, tatilci güruhuyla zihnimi kirletmeye niyetim yoktu. Önümdeki iki günü odamdan çıkmadan geçirmeye kararlıydım.

Perdemi aralayıp, ilham meleğimi içeri davet ettim. Fazla vakit kaybetmeden bilgisayarımı açıp yazmak istiyordum. Düşündüm, odada voltalar attım, koltuğun kenarından dünyaya baktım, su kaynatıp kahve yaptım, mini bardaki şarabı içtim, biraz ağladım, biraz müzik dinledim, viskiyi de içtim, bilgisayardaki eski fotoğraflarımıza baktım, bir sayfa açtım yazmaya başladım… İçimde kalan her şeyi parmaklarımla o ekrana işlemem bittiğinde saatin gece yarısına yaklaştığını fark ettim. İçim biraz olsun rahatlamıştı, yemek yiyebilirdim. Oda servisini arayıp otel menülerinin en uğraşlı ve en hızlı tüketilen Club sandviçini sipariş ettim, yanına da iki bira söyledim. Koltuğa uzanıp elime klima kumandasını aldığımda duydum onu..
-      
           - Yazamıyorsun Ahu..

Koltuktan sıçrayıp başımı istemsizce yana çevirdiğimde yatağımın üzerinde otururken gördüm onu. Ağzımdan sadece çok korkmuşların tanıyabileceği bir ses çıktı.
-       
          -Ne işin var burada, kimsin sen?
-        -İlham meleğini tanımadın mı?

Soğukkanlı bir şekilde dalga geçiyordu benimle. Ayağa kalkıp mini bardaki rakıyı açtı ve kafasına dikerek yatağa geri döndü.
-      
           -Siz bu lanet anasonlu şeyi nasıl içebiliyorsunuz?
-        -Suyla karıştırarak..

Yüzüme hayatı boyunca hiç insan sevmemiş gibi baktı. Hiç sevmemiş, bir kızın elini tutmamış, saatlerce öpüşmemiş, sarı kafalı tombul yanaklı bir çocuğun başını okşamamış, bir köpeğin burnunu ısırmak istememiş, bir kadının kollarında başı dönmemiş gibi.
-        
          -Yazamıyorsun Ahu. Yazdığın edebi gübre yığınını yakmanı ve bundan böyle mürekkepten, kalemden, yanında taşıdığın şu televizyonlu daktilodan uzak durmanı öğütlerim.
-       - O bilgisayar.
-        -Ne?
-        -O bilgisayar, televizyonlu daktilo değil.
-        -Sevgili Ahu.. sana bunları tüm aklı başında ve medeni insanlar adına söylediğimi bilmeni isterim.
-        -Heyyy, bu olamaz sen Bandini’sin. Kahretsin!.. Arturo Bandini. İnanamıyorum.
-        -Büyük yazar Arturo Bandini.
-        -Hala gençsin!.
-        -Bu Tanrının bir mucizesi değil, yaşlandığımı beklemek ancak senin aptallığın olur.
-        -Ateist olduğu için Tanrıdan özür dileyen, tanrıya inanan ama ona sürekli küfreden bir adamdan beklemeyeceğim bir cümle aslında bu. Neyse.. baksana sahiden ne işin var burada? Yoksa çıldırdım mı sonunda?
      
      Yataktan kalkıp sandalyeyi hemen önüme çekti. Oturup biraz öne doğru kaydı.. Başını arkaya itip birkaç saniye tavana doğru baktıktan sonra gözlerini gözlerime dikti.
-        
           -Bilmiyorum. Sanırım lanet gibi bir şey. Hayatını Camilla gibi geçiren küçük orospuların dünyalarına dalıp çıkıyorum bazen.
-        -Ben Camilla gibi değilim. İyi bir işim var, ailem, çevrem, ilişkilerim.. İlişkilerim.. Yani tamam, herkese karşı bir melek olduğumu söyleyemem..
-        -Başka?
-        -Sevdiğine yardım etmek için bazı fırsatlardan faydalanmak.. Ya dur.. Sen bu değilsin. Sohbet edebiliriz, birbirimizi sevebiliriz. Colombia birahanesine gidip iki bira içebiliriz mesela, biraları ben ısmarlarım. Parasızlığın umurumda değil. Camilla’ya duyduğun aşktan nefret ediyorum ve bazen kıskanıyorum da ama istersen bu konuda dertleşebiliriz. Onu hala istiyorsan nasıl pislikler yapacağın hakkında tüyolar veririm sana, ama daha çok o yolluyu bırakman için şerefine kadehler kaldırabiliriz.
-        -Ne tüyosu? Dowson şiiri bile onu etkilemedi. Telgrafla yollamıştım, Arturo’dan Camilla’ya bir damla ölümsüzlük şiirimi. Hala hatırlarım telgrafı okuyuşunu, sonra omuz silkip onu parça parça edişini..
-        -Canı cehenneme Camilla’nın. Gel aşağı inelim, bara gidelim. İnsanlar Camilla’nın sana, yazmanın bana veremeyeceği şeylerle dolu. Üçer bira içip dans edelim. Yazamadığım gecelerde düştüğüm anlamsız sefilliğe içelim. İstersen sonra sevilmeyişlerimizi konuşarak sızarız…

Evet çıldırmaya o gün başlamıştım doktor. O gece Arturo Bandini ile sabaha kadar içip dans ettik. Ertesi sabah, tozlu gün ışığı ağarırken yazdığım her şeyi ve bilgisayarımdaki tüm fotoğrafları, dinlediğim şarkıları, mailleri, o güne kadar ne varsa hepsini sildim. Toplum dışı serserilerden uzak olmaya karar vermiş, ayyaş ve yazar olma fikrini bırakmıştım. Saatte 180 kilometre hızla eve geri dönerken arabanın camını açıp günlüğümü ters istikamete doğru attım.  Size göre depresif, bana göre dingin yeni hayatım işte tam olarak böyle başladı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

üşenme, erteleme, vazgeçme, yorumla..