Pazar, Şubat 21

eksik olana dair...


Olur olmadık bir anda, geçmişe dönüyorum.. Hayatıma giren, yer edinen, çıkan herkesi bir fotograf karesiyle bağdaşlaştırıyorum.
Anneannem, ıhlamur ağaçlarının altında vişne çürüğü trikosu, altında gri dizaltı eteğiyle oturuyor. Apaydınlık bir günde, cam önüne dizilmiş, saksı çiçeklerinin önünde, eski evin bahçesinde poz vermiş. Elinde çiçek sulama kabı var gümüş gri, yüzünde altın gibi ışıldayan bir gülümseme..
Babam, karlı bir günde bomboş sokakta yürüyor. Beyaz karın üstünde bıraktığı ayak izleri var. Başında kahverengi kasketi, üstünde yakası kemik rengi kürklü, kahverengi deri ceketi var. Apaydınlık bir gün yine. Elinde 5 litrelik yağ tenekesi var. Gözleri masmavi ışıldıyor. Yüzünde muzip bir gülümseme, sanki az önce bir yerlerde poşete binip kaymış sonra kalkıp üsturuplu bir poz vermiş gibi...
Öğrencilik yıllarımın kadim ev arkadaşı Sibel'in bir görüntüsü oluşuyor zihnimde. Kıvırcık saçlarını tepeden gevşekçe toplamış. Gri bir eşofman altının üstüne siyah atlet giyinmiş. Asla yaşamadığımız bir evin balkonundaki masaya oturmuş, sigara içiyor. Yine parıl parıl bir gün, başını yana çevirmiş, gözlerini güneş kamaştırmış. Bir saniye sonra bana dönüp hadi çıkıp dondurma yemeye gidelim mi diyecek gibi, o kadar yerinde keyfi, o kadar enerji dolu...
Ortaokul yıllarım boyunca bana velilik yapmış, müdür yardımcımız, fen bilgisi öğretmenimiz Recep hocamı görüyorum. Küçücük odasındaki ahşap masaya oturmuş. Hemen yanındaki camdan süzülen ışık patlamış yüzünde. Sedefli ellerinde beyaz kağıtlar var, ışıktan zar zor seçiliyor gülümseyişi...
Dedemi görüyorum sonra.. Balkondan çekilmiş bir fotograf gibi. Kalabalık, dip dibe bir sürü apartmanın olduğu sokak arasında kafasında fötr şapkası, göz alıcı beyaz kolalı gömleği, belinde ışıldayan gümüş köstekli saati ile önüne bakarak yürüyor. Güneşli bir gün, sokağın bütün çocukları dışarıda, kimisi yakan top oynuyor, kimisi ip atlıyor. Dedem dim dik geçiyor aralarından, elinde bir torba, içinde kapıda sarılmış bir somun ekmek. Saat tam onikide yemeyi asla aksatmadığı ve gecikmediği öğle yemeği için almış olmalı ekmeği, bakkaldan dönüyor olmalı. Etrafında ışıl ışıl bir hare..
Sevgili'nin fotografı oluşuyor yavaş yavaş zihnimde.. Nedense bir kareye oturtamıyorum onu. Tam yanından kırmızı bir tramway geçecek gibi oluyor, sonra birden görüntü değişiyor, bir tünelin gözü alan aydınlık ucunda görüyorum onu. Nasıl oluyorsa beyaz bir avluya geçiyor birden sonra aniden spot ışıkların altında kalabalık bir salonda duruyor. Yüzünde kocaman bir gülümseme, bembeyaz dişleri, upuzun kirpikleriyle bana bakıyor. Gönlümün saraylarına koymak isterdim suretini ama yerinde duramıyor sevgili..
Kendim nerdeyim?.. Hiç bir yerde..
Geçmişimin bakkal amcasına kadar, aklıma çağrıştırması bozuk şekilde gelen herkesi fotograflayabiliyorum. Kendime bir çerçevede yer bulamıyorum.

Yüzümü göremiyorum, tek bir karede donduramıyorum kendimi. Yokuş aşağı yuvarlanıyor gibi koşuyorum. Bir parçam eksilmiş, onu kovalıyor gibiyim. Sırtım dönük.. Düşündükçe koşuyorum, daha hızlı, bazen uçarak, bazen düşerek, ama durmadan.. gerekirse sürünerek. Kendime ait olanı kovalıyorum, kendime ait olana yetişemiyorum. Elbisem takılıyor bir yerlere, yırtarak, etrafa yeni parçalar saçarak gidiyorum. Aradığım neyimse, onu bulma yolunda başka başka şeylerimi kaybediyorum. Kendimi böyle izlemeye dayanamıyorum, yoruluyorum. Bir el uzansa bir sokağın köşesinden, çekip durdursa beni, soluklansam biraz yanında.. Oysa kimse yok sokaklarda. Duvarlarda gölge oyunları var, kimsenin yüzünü, cismini göremiyorum. Giderek daha çok kayıp veriyorum. Bir parçamın peşinden koştukça kendimden uzaklaşıyorum..
İzlemeye katlanamıyorum kendimi, bu iğreti hayat canımı sıkıyor. Gittkçe uzaklaşıyor, sırtı bana dönük ben. Gittikçe küçülüyor hareketli bir karede.. Sonunda bir nokta kadar kalıyor..



Bir yerde okumuştum. Bir noktadan başlar ebru ve bütün sırları içinde barındırır diyordu yazar. Nokta kadar kaldığım yerden yeniden başlama umuduna kapıldım. Bu aşkta kendimi yok ederek, sırlarımı, sınırlarımı, temiz kağıdımı ebrunun büyülü renklerine bırakarak.. Koyuverdim kendimi suya, aşk nereye çekerse, oradan yol alsın noktam.

Cuma, Şubat 19

tevazu hikayesi..



Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarindan pişman olur ve hiç olmazsa iyi birsey yapmış olmak için bunu Haci Bektaş Veli'nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. (O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu.)

Durumu Haci Bektas Veli'ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli helal degildir diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam mevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır.. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş oldugunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.

Mevlana şöyle der:

- Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Oyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.

Adam üşenmez kalkar Haci Bektas dergahi'na gider ve Haci Bektas Veli'ye, Mevlana'nin kurbanı kabul ettigini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektas Veli'ye sorar.

Hacı Bektaş da söyle der:

- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nin gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayi o senin hediyeni kabul etmiştir..

Pazartesi, Şubat 15

al götür beni






Herkesin bir yağmuru vardır ve bir rüzgârı

Aşk biraz ıslanmaktır.

Al götür beni o uzak yağmurlara...

Herkesin bir şiiri vardır ve bir şarkısı

Aşk biraz çoğalmaktır.

Al götür beni o uzak şarkılara...

Herkesin bir akşamı vardır ve bir masalı

Aşk biraz yorulmaktır.

Al götür beni o uzak akşamlara...



A.Hicri İzgören

Salı, Şubat 9

sendromik pazartesi ahu'su..


Sendrom falan da vardı haliyle.. zor bir pazartesiydi. Beni abuklaştıran birkaç hadise bir araya gelip bugünüme çöreklendiler..
Kronolojik olarak gideyim..
Herşey poposu viledalı, eli sarı bezli Hijyen Hatun'un benliğimin bir kısmının tozunu alarak beni istila etmesiyle başladı.. Ev hijyenik değildi. Bu durum beni rahatsız ediyordu. Toz al, süpür, halıyı çırp, fayansları ov.. Tam bütün bunları yapmaya başlıyordum ki evde beni cezbedecek malzemelerin olmadığına karar verdim. Hayatıma temiz bir sayfa açmaya karar vermiştim. İnternetten yüklü bir temizlik malzemesi alışverişi yaptım, takvim perşembe akşamını gösteriyordu. Ama perşembe mesai bitiminden sonra verilen sipariş pazartesileri yola çıkıp salıları evimde oluyormuş. Bilmiyordum, çok öfkelendim. Beklemeye tahammülüm yoktu. Mahallenin süper kılıklı marketine girdim bir hışımla.. bütün rafları dolaştım, aradığım şey ödeme kasasının dibinde duruyordu. Marketi boşuna üç kez tavaf edip son yılların en harika buluşunu aldım; otobüslere ve tuvaletlere has tam otomatik oda spreyinin yedek haznesi. Salonumun en gözde yerinden on dakikada bir pöfürdeyen bu tırı vırı evi temizlemese de hoş, mor bir koku yayıyor.
İnatçıyım, o malzemeler gelene kadar toz bile almayacağım..

Bir aydır gün yüzü görmediğimin farkına varmıştım. Cumartesi hava güzeldi. Sevgili dışarı çıkıyordu, ben de elbisemi giyinip, tavus kuşu küpelerimi takıp, diz üstü çizmelerimi kuşanıp dibinde bittim. Önce "hayırdır..sen nereye.." ile başlayan cümleler kursa da, laf kalabalığıma kapılıp benimle yokuş aşağı inerken buldu kendisini. Sonra aklı başına geldiğinde "aa dolmuş kalkıyor hadi görüşürüz" deyip, yanağımdan hızlıca öptü ve o tipsiz sarı dolmuşa binip aniden yok oldu.
Sevgili tarafından atlatılmıştım, ama hali hazırda iki kurbanım daha vardı. Kuaförde saçlarını bir örnek kestiren ve boyatan annemle anneannemin yanında aldım soluğu. Hemen kuaför ortamını çenemle terörize edip saçlarıma iki kesik attırdım. Üç kuşak dışarı çıktığımızda, iki kurbanımın kafalarını birleştirip aralarına girip cep telefonu kamerasına sırıtarak zorla poz verdirdim. Sokağın ortasında utanç içinde kalan annemgiller aynı pozu, ben doğru düzgün çekene kadar tam dört kez vermek zorunda kaldılar.
Henüz onlarla işim bitmemişti. Koca gün tek başıma ne yapacaktım? Birlikte köfte piyaz yememiz gerekiyordu. Yemek esnasında ali rıza efendi saç modelleriyle bol bol dalga geçip kendimi birşey sanarak mutlu oldum. Ama yemek uykumu getirmişti ve artık beni yalnız bırakmaları gerekiyordu. İkisini de gıdısından öperek yanlarından uzaklaştım.
Eve dönerken geçtiğim mağazanın önünde film kopar. Vitrindeki elbiseyi çok beğenmiştim. Beğenmek ne demek, kendisini üstümde hayal edince aşık olmuştum. Aldım elime larç bedenini, ilgili çalışan tırı vırı kız "hanımefendi sizin bedeninize uygun olanından yok, başka model bakın isterseniz, şu köşede ay lav may badi reyonumuz var" dedi. Elimdeki elbisenin askısından tutuyordu bunu söylerken. Askıyı elinden hışımla çekip "arkadaşıma hediye alıyorum" yalanını söyledim. Elbiseyi çaktırmadan denemem gerekiyordu, salak kızı derhal sepetlemeliydim. Başka bir modelin ay lav may badi bedeninden bulması için onu depoya gönderdim. O görevini ciddiye alarak, başı dik depoya doğu giderken en yakındaki kabine elbiseyle birlikte daldım. Kan ter içinde kalarak elbiseyi giyinmeyi başardım. Ama beklenmedik bir şey oldu, elbiseyi üstümden çıkartamıyordum. Sanki kumaş etime kaynamıştı. Zıpladım, tepindim, dövüştüm.. alttan, üstünden, yandan her yerden çekiştirdim, olmuyordu. Elbiseyi bir anda çıkardım, ama boynumdan sırtıma doğru bir tutulma, bir fıtık oluşması ya da disk kayması meydana gelmişti. Kabarık saçlar, kaymış gözler ve yitirilmiş bir boyun bel düzlemiyle çıktım kabinden. Salak kızla göz göze geldik, ama hafızamı yitirmiş gibi davranarak elbiseyi gözünün önünde bırakıp çıktım mağazadan. Haklıydı, elbise bana küçüktü, acınası durumdaydım ama kız yine de salaktı işte..
Temizlik kaosuma bir ilave daha gelmişti, acilen rejime girmem gerekiyordu. Pazartesi rejim başlayacaktı.. pazartesi gününe kadar yiyecek adına ne varsa hepsi tüketilecekti.. Tüketme kısmını eksiksiz uygulamıştım, mide fesatı geçirene, için dönüp dönüp kavrulana kadar ne var ne yoksa tükettim.
Sendromik pazartesi günüme rejimle başladım.


                                                                                          

Pazar, Şubat 7

düğüm...


Ne söylemiştin bana?
Beni harekete geçirmiştin bir cümleyle. O an çok dokunmuştu, şimdi hatırlamıyorum.
Ayıp ediyorum belki.. insanlığıma ver. Unutmazsam toparlayamıyorum yağmalanmış evimi...
Bir kaç kelimeyle zehirlenmiştim. Bedenimi yırtıyor, kapıya vuruyor, gözlerimden çıkartabiliyordum ancak zehiri. İçimin bıçaklarını bileyliyordum.. biri ölecekti içimden.
Peki sonra ne söylemiştin bana?
Beni kımıltısız bırakmıştın köşe yastığında. O an elimden düşmüştü bıçaklar, yapışmıştı yarıklar.. şimdi hatırlamıyorum.
İçime bir hayvan salmıştım, içimin hatunlarını parçalasın diye. Kadınlığa dair ne varsa, dişleriyle parçalayıp söküp çıkarsın benden diye.. Bana nefes alacak yer açılsın diye..
Sonra hepsinin hayatı kurtuldu, peki neydi o kelime?

Çok kalabalığız burada, kafamın içinde. Uzun uzun cümleler var zihnimde. Konuşuyorum, nefessiz konuşuyorum. Sen susuyorsun, dinlemezmiş gibi yapıyorsun. Konuşmam gerekiyor, yoksa karnımı şişiriyor kelimeler.. karnımdan kalbime doğru bir iltihap yol alıyor yoksa.
Sakinleşmek için zamana ihtiyacın var biliyorum. Ama zamanın membası ben değilim. Kelimelerimi rövanşa saklayacak kadar zaman yok kesemde. Dilimi paslandırıyor yuttuklarım..
Olgun, mağrur bir kadın olmayı isterdim, biriktirmeyi ve gururla başımı dik tutup susabilmeyi.. Ama elimdeki çatalı koltuğa saplar, önüme çıkan herşeyi devirir, yüzüne doğru haykırarak atlatabilirim ben. Ayıp ediyorum belki, insanlığıma ver...
Susuyorum sonunda.. susuyorum diyeceklerim bitince ve unutmaya başlıyorum.. İçi sağlama alıyorum. Sızmaya çalıştığın her yerimi bir bir örtüyorum. Uçurumlar, geniş boşluklar, kuytular, yekpare kaya blokları.. Hepsini parçalıyor, yıkıyor, aydınlatıyor, dolduruyorum. Hakkında konuşturmadan, infaz hükmünü vereceğin her kıvrımı senden önce ben asıyorum.
Bedenime, beynime kendilerine aitmiş gibi yüzsüzce yerleşen, beleşe kamp kuran hatunlarımı çalıştırıyorum. Bir tek cinnet anlarımda benden çekiniyorlar. Birisi sırtında kum çuvalları taşıyor, birisi cifliyor duvarları, birisi danteller örüyor derin vadilere, birisi resimleri retroyla değiştiriyor.. İçinde "acaba" nın kırıntısına mahal vermeyecek şekilde yeniden inşaa ediyorlar sızacağın yerleri.

Bir çizik daha atıyoruz bizi bitiremeyenler listemize.
Satır satır yazıyorum sonra unuttuklarımı. Yazdıkça hafifliyor, çözülüyorum. Sıkı bir düğüm daha atıyorum aramızdaki bağa, sağlama alıyorum bizi.
Sonra huzurla uykuya dalıyorum kanepede.. sen beni "hadi artık yatağa" diye uyandırana dek..

"ağzın tat görmesin hayat" der şiir...

’seyrek gülüş sen ne güzel bir şeysin nazlanırsın ama bir gün gelirsin’



düşen bir yaprağa bağladım hayatımı
olsun artık diyorum ne olacaksa
paralı asker miyim neyim ben
ekleyip duruyorum sabahları akşama
ve kendimi arıyorum meşgul çalıyor
gerçi söylenmez böyle şeyler uluorta
aşk diyor başka bir şey demiyor kalbim
nasıl bir dostluk ki bu,hem kadim
hem de mayhoş elma tadında.

kendimi de koysam ayağımın altına
yine de yetişemiyorum ey aşk,
omzunun hizasına.
çünkü bende birikiyor her şeyin tortusu
ve ayağını kaldırıyor dünya, konuşurken benimle.

budanan oğullar gibiyim,sessiz ve narin
nereye konsam geri sayım başlıyor
kurcalıyor beni bir çırağın elleri

ah, unufak olsam ve desem ki
ağzın tat görmesin hayat
kandırdın beni
sorma,
elim kırılsın bir daha
dokunursam güneşe.

kılpayı kaçırılmış bir şeyin
bıraktığı ardında
neyse oyum ben.
yaralı serçe,benim için dua et;
gök bir kayalık gibi şimdi üstümde
dr şükrü öncüoğlu’ndan
üç ayda bir reçete.
acıyan bir şeyim ben burdan çok uzaklarda
ve koskocaman bir hansın sen uğraşma bu çocukla
çünkü nasıl birşey biliyorum itin taştan korkması
bir yastık arıyorum kuş seslerinden
mühim değil sonrası.

sorma,
yangın sönseydi suyla
denizler her akşam böyle yanmazdı.

yakartop oynayan melekler gördüm güneşle
ve büyük çiftçiler gördüm dağları biçen
yolundaydı herşey, ben bile yolundaydım
ama
kıyıya vardığımda
kendimi unuttuğumu anladım
karşı kıyıda.
şiirler söyledim belki duyarsın diye
çığlığıydım içinde dilsiz bir şehzadenin
sana seslendim durdum bu küçücük odadan
acımı duy, sensin pusulam benim
ki dünya
silinmiş bir harita
gibi yabancı bana.

sorma,
usulca uzandığında
bir ceset oluyorsun öpüldükçe şımaran.

**İbrahim Tenekeci