Salı, Aralık 29

***Lezzetli Nesnedir Aşk...

 
Bazen oluyor, kelimem, kalemim, mecalim tükeniyor. Herkesin içinde, herkesten uzak kalıyorum. Dünyevi sıkıntıların, manevi kırılmaların gerisinde duruyorum bazen. Herşeyin ardında, herşeyin sahibi oluyorum. Görüntülerin flu ve çok sesli olduğu meydanlarda kımıltısız seyrediyorum gelişmeleri. İçsel savaşlar yaşanıyor... bombalanmış bir sokak gibi ıssız kalıyorum.
Görmek istemiyorum bazen, yüzleşmekten korktuğum bazı hadiseler var. Kıyısında gezinip duruyorum, bakmaktan korkuyorum, yine de gözümü alamıyorum. Göze alamadığım her kareden geçiyorum. Ayak bastığım her yerde depremler oluyor. Sustukça devleşiyorum, yere yakın insanların dünyasında.
Yabancılaşıyorum... Yüzüme çizikler atan o muydu, elini tutan ben miydim? Ayrımsayamıyorum.. Aklım karışıyor karşısında, huzuruna çıkamıyorum bu yüzden. Göz göze gelecek oluyoruz, geri dönüp koşuyorum. Kaçıyorum sandıkça, ağlarına takılıyorum. Kaçıyorum, sesim çıkmıyor, önümü göremiyorum. Nasıl bir çekim alanıysa bu, yörüngesinden çıkamıyorum...
İçimde birşeyler birikiyor; bakışı, dönüşü, şiddeti, dudak izleri... Taşmaya çalışan heveslerini tüm gücümle mideme bastırıyorum. Bir çığlık geliyor, bir akıntı yutağıma yerleşiyor. O anda tutmazsam nefesimi, pul pul döküleceğimi biliyorum, susuyorum...

Temkinsiz kayalıklara varıyorum. Ayaklarıma kadar vuran dalgalar arsız ve davetkar, herşey çığrından çıkmak üzere.. Göze alamıyorum, yine aynı kısır döngüde buluyorum kendimi, gözümü alamıyorum.

Daha dün göğsünde uykuların en güzelinden uyanmışken, bugün beni sıkıştırdığıu kabusu hayretle tamamlıyorum. Ansızın duruyor dünya, herşey çekiliyor, kayalar kayıyor ayaklarımın altından, suya düşüyorum. Saçlarımdan tutup çekiyor beni, hayat öpücüğünü veriyor güneşim. Gözlerime bakıyor,  bakışları delip içime geçiyor sanki, içimi görüyor hissediyorum ama kendinden başka birşey görmüyor.
Çok önemsemiyor yaralarımı, "yorgun görünüyorsun" diyor. Kısa bir sessizlik oluyor, gülerek başlıyor birşeyler anlatmaya. Çocuksu bir heyecanla, aslında kimsenin kendisine rakip olamayacağını tasvir ediyor. Gülüyorum ben de, dudaklarımın kenarı acıyor, yaralı... Komik olan o mu yoksa benim halim mi karar veremiyorum. Kapıyı açıyor, önemli işleri var, gitmesi gerek, gidiyor. Evimdeyim, etrafımda kimse kalmamış, koridoru göz ucuyla geçiyorum. Önemsiz yaralarımı sarmaya başlıyorum.

Çok yorulmuşum, sesim çıkmadı birkaç gün. Midem, sindirmeye çalıştıklarımı öğütemedi, zehirlenmişsin dedi doktor. İki gün boyunca kustum, olur olmaz her yere akıttım zehirimi. Bugün uyandığımda iyileştiğimi hissettim. Böğürtlenli pasta yaptım, hindistan cevizi ve kremalize edilmiş çikolata katları var. Tadına bakmadım, tarçın kokusunu çektim içine ve ismini "aşk'ın lezzeti" koydum.Zira, *lezzetli nesnedir aşk..

**************

Alemde her ne var ise üç harf ile beş nokta Ayn, Şın, Kâf.. 



İşidin ey yârenler


Kıymetli nesnedir aşk
Değmelere bitinmez
Hürmetli nesnedir aşk
Dağa düşer kül eyler
Gönüllere yol eyler
Sultanları kul eyler
Hikmetli nesnedir aşk
Kime kim vurdu ok
Gussa ile kaygu yok
Feryad ile âhı çok
Firkatli nesnedir aşk
















Denizleri kaynatır
Mevce gelir oynatır
Kayaları söyletir
Kuvvetli nesnedir aşk
Miskin Yunus neylesin
Derdin kime söylesin
Varsın dostu toylasın
Lezzetli nesnedir aşk


* Yunus Emre, Aşk


Perşembe, Aralık 24

bazen cazip gelmiyor...

Sevgili blog okurlarım, henüz yok denecek kadar az olan klanım. Ama öncelikle.. görüyorum ki hala azsınız, okuyucu yoksuluyum, acıklıyım. Otuz kişi olun, size yemek organizasyonu yapacağım. Şu an dile getirebileceğim en ortalama sayı bu netekim. Komşu bloglara da aşk olsun, henüz kapımı çalan olmadı.. Kendimi çok yalnız hissediyorum...

Neyse gelelim esas mevzuya.. Sevgili blog okurum Alper'in isteği üzerine yalnızlık karelerini tasvir etmeye çalışacağım.. Çok değerlisiniz yahu, aklıma gelir gelmez bıraktım işi gücü. İngilizce zamazingomu geliştirme çabalarımla The Phantom of the Opera'yı okumaya başlamışken bırakıverdim elimden, yoksa gece yalnızım, tırsak bir yapım var, rüyama girer de korkarım gibi bir endişem olmadı hiç.. Hazırsan başlayalım..

It is 2005, in the Ahu's House in Beşiktaş. Everybody is talking about the girl of the Ahu's House... Böyle de giriş olmaz ki, baştan alıyorum fevkalade bir ciddiyetle..

Sefil öğrencilik yıllarımın aileden uzak, kalabalık arkadaş güruhuyla yaşama dönemini atlattığım zamanlardı. Bunu atlatmak hatırı sayılır bir vakit almıştı aslında. İnsanın içine nasıl işliyorsa, kazı kazı zor kurtuluyor insan o kimlikten.

Karar vermiştim, artık hanımefendi olacaktım. Ciddi bir işim, idare eder bir gelirim, düzenli bir hayatım vardı. "İşten çıkıp evime geleceğim, iş hattımı kapatacağım, keman konçertosu evi ısıtacak, duşumu alıp şarabımı mırıldanarak yudumlayacağım..kitabum göğsümde, salondaki koltukta uyuyakalacağım. Sabahları yatak odamdaki aynanın önüne kurulacağım, saçlarıma maşa yaparken bir yandan kahvemi içeceğim. İşe giderken mahalle insanlarıyla selamlaşacağız, karşı penceremdeki yakışıklıyla çarpışacağız, telefonlarımız karışacak.. Haftasonları arkadaşlarım gelecek, birlikte şahane yemek sofraları kurup nice güzel günlere kadeh kaldıracağız..." hayalleriyle yola çıkmıştım.

Şimdi gerçekleşenlere değinelim...
Maaşının yarısı kadar parayı, ailenin it bağlasan durmaz diyeceği bir daireye aylık olarak yatırırsın. Evi boyatmak, mineflo kaplatmak, elektrik sisteminiyeniden kurmak, emlakçı ödemesi yapmak, bir evin kaporasını yakmak hesapta olmadığı için kredi de çekersin ve sonu gözükmeyen o yola girersin. İşten çıkıp eve dönmen, sözkonusu işyeri Maslak, ev Beşiktaş'ta ise en az üç saat sürer. Otobüs insanları, o kesif koku, dur kalk ve balık istifi gibi görüntüler canına tak etmiş olduğu için kapıyı sökercesine girersin eve. Bahçe katı dairenin kapı eşiğinden başlarsın böcekleri öldürmeye. Banyoya gelene kadar için şişmiştir ve cesetleri ne şekilde defnedeceğini tasarlarsın, gözünden ılık ılık süzülen yaşlarla. En büyük felaket hangisiydi? Evi ilaçlarken zehirlenmem mi, canım Bugy'nin böcek ilaçlarından ishal olup bir gece birlikte uyurken saçlarıma kadar baştan ayağa beni pöskürterek yıkaması mı.. evi lağım basması mı, kışın ortasında step halımın üstünde uyuyakalan akrep mi? Bir de her gece, gece yarısından sonra üst komşularımın nesiller ve eşler arası boks musabakaları olurdu. Haftasonları arkadaşlarım gelirdi evet, ancak saat sabaha karşı üçte ve yarı baygın halde. O sırada ben de polar battaniyeme sarılıp üç Avrupa sinemasıyla iki şişe şarap devirmiş ona buna ağlıyor olurdum. Ayrıca karşı penceremde Star Erkek Kuaförü vardı, değil telefonlarımızın karışması bana yanlışlıkla değseler dünyayı yerinden oynatabilecek asabiyete sahiptim.

Hanımefendilikten sıkılmıştım. Evim benim kalem olacaktı, kraliçe olmaya karar vermiştim. İkinci evim, yokuşun en sonunda (deve bağırtan yokuşu da denebilir ama ulaşılmaz bir yerdeydi işte), kibrit kutusu kadar (yani yalnızcabeni barındırabilecek büyüklükte, haşarelere yer yok şeklinde), üstelik ikinci kattan özenle seçilmişti. Yaşayabileceğim en keyifli mahalle.. haftasonlarının kahvede kahvaltısı, yaz akşamlarının parkta açık hava sineması, baharın banklarda yenen sandoviçi.. Evet hırsız girdi, su bastı, elektrik patladı, sifon elimde kaldı ama hepsi bir şekilde çözüldü. Uzunca bir süre eve ellerimde çiçeklerle geldim. Küçüktü, ama sığıştık. Sevdim evimi, hala seviyorum, evin kabahati yok. Kabahat nerede?

Bavulunla bağdaşmış (yani seyahat engelsiz), gece gündüz farkı olmayan, haftasonu tanımayan (yani esnek çalışma saatleri) bir işin varsa.. ve canını, yaşını, özelini, sinirini senden dirhem dirhem alsa da yine de vazgeçemeyeceklerin listesinde ilk sıralarda oynuyorsa mesleğin, topu dünyaya atmak faydasızdır...

Gün içinde beş yüz tane alakasız insanla haşır neşir olup, eve döndüğünde yakınlarına pay edebileceğin birşeyin kalmazsa yoksunlaşırsın. Fazladan bir soruya, asılmış bir surata, herhangi bir köşede gözüken saç yumağına, kitaplarına düşmüş bir toz zerresine tahammülsüz bir hayat sürmeye başlarsın. Gece ikide sızıp kaldığın koltuktan yatağına taşınırken, içine sinmeyen koridoru silersin önce, sonra geceliğini alırken dolabındaki kıyafetleri renklerine göre dizersin, uyku başka türlü sana huzurla gelmez.
Anneni özlersn de konuşacak ne varki, aramazsın, aklından seversin. Yeni demlenmiş çay kokusudur annen, boğazında düğümlenir. Baban kışın kestane kebabıdır, elini yakar.. deden yılbaşı sofrasıdır, gözlerin dolar. Anneannenin çantasındaki naneli sakız kokusu yaşları akıtır, babaannenin mantısı midene oturur. Teyzenin komiklikleri, halanın melodili gülüşü, kardeşlerinle hırlaşmaların..O büyük, kalabalık aile eksiğiyle, fazlasıyla biraradadır hala ama sen yok'sundur, yoksunsun'dur. Camın önüne kurulur, köşe yastığından medet umarsın. Kaçırdığın günleri düşünürsün... Anneannen 3 Eylül'de mumu üfledikten sonra seni arar,herkes yanındadır, sesleri duyarsın.. Yeğenin konuşmaya başlamıştır, annesi telefona verir, sen uzak bir otel odasından ağzındaki süt kokusunu duymaya çalışırsın... herşeye telefonla eşlik edersin. Bayramlar olmasa hiçbir topluluk fotografında yerin olmayacak. Aile olmayı unutursun git gide, aile kurmak ise senin yeteneğinin dışındadır artık.

Hasta olursun, şımaracağın kimse olmaz yanında. Kumandanın pili biter, sen almayı hatırlayana kadar çalışmaz, çalışmazsa açmazsın televizyonu yarım metre yakınında olsa bile, taakatsizlik budur işte. Biriken bulaşıktan kaytarmanın yolu yoktur. Karnın mı acıktı, işte dolap, işte mutfak.. Deneysel yemekler yaparsın, bekledikleri yerde bozulurlar atarsın. Küflü ekmekler birikir kutunda ve kapını yılışık kapıcıdan başka çalan olmaz. Camların buğulanmaz mesela geceleri. Sıcak odada portakal, muz, mandalina kabuğu kokusu yükselmez.. Televizyonda kanal kavgası yapılmaz.

Kendi kendinle dertleşmeye başlarsan.. diğerleri tarafından tuhaf etiketiyle yaftalanmayı getirir bu beraberinde. Koltuğun kolluk  kısmına tüneyip kendisiyle dertleşen insan, içi dışı kalabalık insanlara bir tuhaf gelir. Dört duvardır işte yalnızlık. Ailece kışlığa gitmek için terkedilmiş yazlık evde unutulmuş gibisindir, eksiksindir..

Çarşamba, Aralık 23

X, Y, Z ve getirdikleri...




Yaşadıklarımdan kendime ders notları çıkarmadığım gün gibi aşikar. Aklımın dikine gitmeyi bir halt sandığımdan değil, içimdeki et çimdikleyen sesin ukala haline tahammül edemediğimden. Bir kere geçip karşısına "n'ooldu koçum, bu sefer yemedi di mi, hadi şimdi tersten seyret dünyayı" diye şımarıklık yapmak isteğimden.. Belki biraz daha olgun, dervişe bir tarzı olsa kapışmayıp itaat edeceğim kendisine.Şöyle Tuncer Kurtiz gibi Wilde'dan, Shakespeare'den alıntılarla söylevler verse herşey daha farklı olabilirdi.

Evet, buzdolabındaki o dayanılmaz koku on günlük çorbadanmış. İlk önce onu dökmem gerektiğini söylemişti. Ama o bilmiş sırıtışına inat onu en sona saklamıştım, sıra ona gelene kadar sağlam/değil ne varsa hepsi çöpün dibini boyladı. Siz hangi konuda inatlaştığımı sanmıştınız acaba?

Neyse bu hatunun sesini kesmek için yazıyorum madem, ondan bahsetmeye gerek yok şimdi. Netekim her başlıkta baş rolü çaktırmadan kapmasına daha fazla izin veremeyeceğim. Başrole yandan kaynak olan bir karakterim daha var, bilirsiniz. Son durumu meçhul kendisinin. Ben eve girmeden az önce, topuklamış buralardan, sırra kadem basmış. Dedektif ruhlu olmaya hacet yok, içeri girdiğimde banyonun yerleri hala ıslaktı. Fazla uzaklaşmış olamaz diye düşünmüştüm. Oysa, biraz toparlanmak için şehrin en uç noktasına kaçmış, uyku tutmayan bir zamanda, ani bir kararla. Uykusu kaçınca, farklı bir coğrafi bölgeye ait karasuların kenarına kendini taşıyan sevgili, beni son derece kafa karıştırıcı ve dağıtıcı buluyor..

Uyku muyku bahane fikrimce. Geçen gece rüyamda gördüm. Sevgili ebeveynleri (böyle bir kavim var, aklınıza hayalinize gelmeyecek bu kavim ara sıra hayatınıza göçer durur) uygun bir gelin adayı bulmuş, bizim esas oğlan da önce hık mık etmiş ama sonra ısrarlara dayanamayıp köye, kıza bakmaya gitmiş. Şehirli erkeklerin ( böyle de bir kavim var cidden, bunlar hayatınızdan göçerler ama gitmek bilmez mutualistlerdir) köyden mazbut kız alma fantazisini gerçekleştirecek aklı sıra. Önce aklı selim olmalı insanın, her köylü kızından Filiz Akın çıkmaz ki. Neyse, bizimkinin köylü güzeli kırmızı çıkık elmacık kemiklerine ve şaşıya ramak kalmış şehla bakışlara sahip. Uzun burnundan, yarık dudağından ve üstünü çevreleyen bıyığından bahsedemeyeceğim. Abartıyor muyum, yok canım... hem bu benim rüyam, istediğim gibi görürüm..

Hayır, hayır..! Üçüncü bir karaktere daha mecalim yok. Bu blog benim, öznesi benim, istediğim gibi öykülendirebilirim. Şehla gelin blog dışı kalsın, hem zaten aptallarla işim olmaz benim. Bilinç altımı da aldıracağım zati ilk fırsatta, keşfedilmesini bekliyorum..

Sonucunun nereye varacağını bilemediğim bir denklemdeyim. Üç bilinmeyeni var, çözmek için en az üç akıl gerekli. Kendimi üçe bölmeye hazırım, bu fluluk sona erecekse eğer.Çözümsüzlüğün ortasında bulunmaya karşı akıl almaz bir zaafım var, ancak zamanla tercihler değişiyor işte. Artık keyif almıyorum düşmekten, koşturmaktan, yorulmaktan. Başını ve sonunu belirlemekten aciz olduğum bir ömre sahibim zaten. Üstelik bunu idrak etme sürecim oldukça sancılı geçti. Şimdiki zamanın boşluklarına sağlam taşlar otursun istiyorum. Satır aralarını keşfetmeye çalışmaktan, kendimi dudak okumaya zorlamaktan sıkıldım. Kazanmak, anlık hazlar, kaybetmek, hınca hınç kavgalar, kalbi kadar yeni temiz sayfalar.. dilemiyorum. Vitrinin üst çekmesinde duran sonsuz mutluluklar albümüne sızma niyetinde de değilim. Mülteci arzularım, işgalci duygularım, el üstünde tutulma hırslarım yok..


Yaşadıklarımdan öğrendiklerime lanet olsun, öğrenilmiş çaresizlik setleri kurmak istemiyorum hayatıma, unutmayı tercih ediyorum. İki ucunu pislemeden koruduğum değneği sağ salim taşımaya devam etmek istiyorum sadece. Dayanma gücüme ortak olmayı denese, böyle tespih böceği gibi içine kıvrılıp oraya buraya sürüklenmekten vazgeçse, esas oğlanımıza sınırsız istihdam alanları sunacağım.. fikrimde, tenimde ve ruhumda. Lakin kendisi varoluşuyla hayatıma, dümdüz sayfada kocaman kocaman yerler parselleyen yıldızlı kalpli patates baskıları gibi renkler katıyor. Evet mitolojik bir aşık değilim ben. Devasal bir kayayı her gün dağın tepesine çıkarmaya mahküm edilmiş Sisyphos gibi ölümü esir almayı ya da güneşi her gün doğudan batıya taşıyan Ra gibi yeni günler getirmeyi vaadedemem ona. Dilden dile gelmiş hikayelerin kopyasını değil, bize ait gönlü zengin bir hayatı söz verebilirim ancak..

Salı, Aralık 22

unutulmaması gereken bir şarkı.. ey ÖZGÜRLÜK!..



Okulda defterime, sirama agaçlara, yazarim adini
Okunmus yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarim adini
Yaldizli imgelere, toplara tüfeklere, krallarin tacina
En güzel gecelere, günün ak ekmegine, yazarim adini
Tarlalara ve ufka, kuslarin kanadina,
Gölgede degirmene yazarim.
Uyanmis patikaya, serilip giden yola,
Hinca hinç meydanlara adini ey Özgürlük.
Kapimin esigine, kabima kacagima, içindeki aleve,
Canlarin oyununa, uyanik dudaklara yazarim adini.
Yikilmis evlerime, sönmüs fenerlerime, derdimin duvarina,
Arzu duymaz yokluga, çirçiplak yalnizliga, yazarim adini.
Geri gelen sagliga, geçen her tehlikeye,
Yazarim ben adini, yazarim.

Bir sözün coskusuyla, dönüyorum hayata,
Senin için dogmusum, haykirmaya.
Ey özgürlük

*******************

doğa bizim anamızdır
(natura genetrix)
latin atasözü





Salı, Aralık 15

evrilmez.. bu böyle.




Sebeplerini anlamaya çalışıyorum. Herşeyi anlamak, herşeyi affetmektir demiş Tolstoy. Bazen doğru adamların, doğru sözleriyle zehirliyorum kendimi. Sırf hayatımda istediğim bir insan olduğu için, bünyemin kaldıramayacağı kadar kırık, kesik, kanama, yabancı madde ne varsa sindiriyorum içimde. Anlıyorum ve affediyorum.

Mantık ile yüreğin kıyaslamasını yapıyorum, yüreğim şişmiş, dolmuş, her zaman daha ağır basıyor. Başka yol aramaya lüzum yok. Dün de böyle yaptım, bugün de böyle yapıyorum, yarın da değişen birşey olmayacak. Akıp giden zaman içinde küsmeye ve birilerine meydan okumaya gerek yok. Şimdiki zamanın artıkçısını ya da geçmiş zamandan kalma kan emiciyi yok etsem ne olacak, yerleri itinayla doldurulacak ve boyumdan büyük kılıcı kaz kez sallayabilirim bileğimi, belimi incitmeden? Haddini bil, sus ve kımıldama, maceraya takatim yok.  Basamak atlamak, bilmem kimin hayatında çok özel anılmak, onun hayatında çok önemli olmak, cümlelerinin öznesini kapmak hep yorucu meseleler. Mantıkla akıl yolunu böyle safsatalarla tıkamaya gerek yok. Bu dünyada böyle bir yaşam yok, iki kişinin bir ve tek olabilicekleri bir ömür kalmadı, herkes eş'siz olmaktan yana. Buna hayıflanmak ta yararsız, en iyisi sorgulamamak, ucuz bahanelerin hepsine inanıyormuş gibi yapmak. En cafcaflısını dize getirebilecek kıvraklığa sahipken aslında, uğraşmaya başlamaktan sıkılıp "gözlerimi kapadım hadi acele et, görmemiş olayım, çabuk çabuk" demek büyük huzur getirebilir.

Bazen aklım hızlı çalışıyor. Kitap okuyamıyorum bu yüzden bazen. Aklımda abuk sabuk, bağlı, bağlantısız binlerce düşünce. Sanki sürekli bunun sana çağrıştırdığı ilk şey ne silsilesini oynuyor beynim. Kitap açıyorum, aklım yirmi saniye içinde bütün sayfayı algılarken, yorgun gözlerim yirmi saniyede beş kelimeyi zor seçebiliyor. Olmuyor, okuyamıyorum. Televizyon açıyorum, tahmin edilen replikler, heyecan vermiyor bana. Onların yerine ben kumarhane işleteyim, ben kaçakçılık yapayım, katil olayım. Daha filmotografik görüntüler düşüyor zihnime. Zihnim benimle oynuyor, oyalanacağı başka şeyler bulmalıyım. Başka şeyler düşünmeye çalışıyorum, aniden başka bir şey çıkıyor ağzımdan, yanımdaysa sıkılarak bir garip bakıyor bana, telefondaysa sinirleniyor.. gerçi o da alıştı sanırım, genellikle "çok zavallısın lan" sırıtışıyla bakıyor yüzüme ve eğleniyor benimle.

Oysaki hiç korkmadım ateşi çalmaktan, geçtiğim yolları yakmaktan, dişe diş kavgaların kız çocuğu olmaktan.. Bilmek lanetlenmektir demiş Adorno. Sanki herşeyin sonunu biliyormuşum gibi bir bıkkınlık, lanet süreci bu. Yiğidi öldür ama hakkını yeme, önce bir anla onu ve sindire sindire kabul et geleceği.. şimdi herkesten daha suskunum ve aynı zamanda herkesten daha hızlı kurgulara sahibim. Elime pimi verseler dünyayı yerinden oynatabilecek enerjide ve gözü karalıktayken boynumdaki nefesi ehlileştirmeye hiç mecalim yok. Hangi kadınsı stratejiyle yumulursan yumul hadiseye, özünde hikaye belli. Ani ataklarla çemberi daraltmaya gerek yok. Taaruz hiç bitmeyecek nasılsa..

Yum gözlerini ve ona kadar say, toparlansın için..







Cuma, Aralık 11

eylül akşamı...



hiçbir neden yokken,

ya da biz bilmezken tepemiz atmış
ve konuşmuşuzdur...
onca neden varken
ve tam sırası gelmişken
hiçbirşey yapmamış ve susmuşuzdur...

aynı anda aynı sessiz geceye doğru
içim sıkılıyor demişizdir
aynı sabaha uyanırken
kimbilir
aynı düşü görmüşüzdür
olamaz mı? olabilir.
onca yıl sen burada, onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş, şu eylül akşamı dışında

belki benim kağıt param
bir şekilde, döne dolaşa, senin cebine girmiştir
belki aynı posta kutusuna,
değişik zamanlarda da olsa, birkaç mektup atmışızdır
ayın karpuz dilimi gibi, batışını izlemişizdir deniz kıyısında
aynı köşeye oturmuşuzdur köhnede
belki de birkaç gün arayla
olamaz mı? olabilir.
onca yıl sen burada, onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş, şu eylül akşamı dışında.

bostancı dolmuş kuyruğunda
sen başta ben en sonda, öylece beklemişizdir...
sabah 7:30 vapuruna, sen koşa koşa yetişirken,
ben yürüdüğümden kaçırmışımdır

aynı anda başka insanlara,
seni seviyorum demişizdir....
mutlak güven duygusuyla,
başımızı başka omuzlara dayamışızdır
olamaz mı? olabilir.

onca yıl sen burada, onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş, şu eylül akşamı dışında

Bülent Ortaçgil
**************************************

yıllarca iki sokak arayla oturup, aynı yerlerde dolanıp birbirlerini farketmemeleri üzerine eşi için yazmıştır.. ve derki; imza attığımız günü değil hala o eylül akşamını kutlarız.

"aşk" kelimesini hiç kullanmadan yaşatabilmenin tanımıdır bu şarkı...

herhangi bir gün

Sıcak bir sohbetten, keyifli bir ev ortamından çıkmışız. Eve gelip yeri değişen yumuşak koltuğa yayılmışız, günün gecenin kritiğini yapıyoruz, keyfimiz yerinde.Sohbete serin serin birşeyler katmak için içecek bir şeyler almaya kalkıyorum koltuktan, bir dakikadan az bir süre yanından uzaklaşıyorum. Yanına döndüğümde televizyondaki kadınla kavga ederken buluyorum onu. Gözbebekleri büyümüş, dişlerini sıkmış, çenesi gerilmiş, yumruklar hazırlanmış, elinde telefonda ısrarla kanalı arıyor. İki bardak buzlu çay ve dört sigarayla eşlik ediyorum monolog halindeki kavgasına. Neyseki program bitiyor sonunda, telefon bağlanamadan.. kadının yerini renkli, coşkulu bir reklam alıyor. Hadi uyumaya gidelim diyor, sigaramı söndürmemi bekliyor.  Yastıkta kafasını oynata oynata anlatıyor kadına sinirlenişini... Karanlığa alışmış gözlerim, gözlerini görüyorum, yanaklarını şişire şişire konuşuyor, burnu tıkalı, sinüzit bastırmış belli. Çocukluğumuza dair koruyabildiğimiz tek şey bakışlarımız sanırım, çocukluğunu görebiliyorum o anda. Kirpiklerinden öpüp, yanağını okşayıp "hşşş.. tamam, geçti" demek istiyorum ona. Yapmıyorum tabikide, melankolik birşeylere dönüştüğümü düşünmesin diye. Üstelik hayatındaki erkeğe karşı anaç anaç yaklaşmamam gerektiği sık sık tembih edilmiştir bana, uymaya çalıştığım bir ikazdır bu. Suratımdaki salak gülümseyen ifadeyi hissedince dönüyorum sırtımı çocuk surata, uyuyorum...

Kapıdan çıktığım anda telefonum çalmaya başlıyor. Maratonumun başlangıcında pek hoşuma gitmeyen bir durumdur bu. İki Afgan konuğumuz kaybolmuş otelin içinde, araç bekliyormuş kapıda, toplantıya geç kalıyorlarmış. Sen odalarını ara diyorum elemana, birazdan çözerim. Parktan koşarak iniyorum caddeye doğru, vapuru kaçıracağım. Bulvara çıkmadan köşedeki berber kesiyor yolumu, on dakikan daha var sakin ol diyor, sanki on dakikada bulvarı tüketip, üç ışık atlatıp iskeleye varmak, jeton alıp turnikeden geçmek sakinlik gerektiren bir maharetmiş gibi. Her sabah aynı terane, yol üstü esnafı beni sabahları koşarken görmezlerse endişeleniyorlar. Adını bilmediğim bu güruhla ne vakit samimi olduğumu bilmiyorum ve nedenini..

Son ışıkta Afganlar'dan biri arıyor, ne dediğini kesinlikle anlamıyorum ama ses tonundan beklemekten dolayı sinirlendiğini ayırtedebiliyorum. Ay vil kol yuu deyip yüzüne kapatıyorum labadanak, netekim vapura ucu ucuna yetişiyorum ve her zamanki gibi ben biner binmez hareket ediyor vapur. Arka koltuğa geçiyorum, tapulu malım gibi, herkesin yeri bellidir 8:15 vapurunda. Telefonuma bakıyorum, daha ofise varmadan on sekiz okunmamış mailim var. Önemli olan bir iki kişinin mailini acilen cevaplıyorum ardından elemanı arıyorum, adamlar kayıp değilmiş sadece telefonu açık bırakıp uykularına devam etmişler. Dernek diğer hatta bekliyor, basın toplantıları varmış nerde bizim kırlangıçlar diye soruyorlar, ofise gideyim hemen göndereceğim diye söz veriyorum, peki ses kaydımız diyor, "tamam tamammmm" diyorum. Vapur iskeleye yanaşır, benim sarı dolmuşa koşu maratonum başlar, elimde vapur mahsülü sıkma portakal suyuyla. Diğer dernek arıyor o sırada, kendine gelememiş bir sesle ve panik içinde "bulamıyorum, geçen geceki galanın kayıt listesini bulamıyorum bilgisayarımda, yok nereye kaydettiler bunu acaba", bulacağıma söz verip telefonu kapatıyorum ve galada çalışan desk kızlarını arıyorum. Sonuç yok ama söz vermişim bir kere, arıyorum derneği "bir fikrim geldi, acaba başka bir bilgisayar kullanılmış olabilir mi" diye soruyorum, ses kendine geliyor bir anda ve aydınlanır gibi "ayyy eveeeet yaaaa, bilmem ne hanımın lap topunu kullandık biz orada di miiii" diyor. Önce bir uyan sonra beni ara diye sövesim geliyor, ama müşteri memnuniyeti ağır basıyor "ayy olur böyle şeyler, yorgunsunuz tabi hala dinlenemediniz" diye devam eden hoş sohbete giriyorum.

Şaşkınbakkal sahilinde iniyorum, caddeye yürüyorum. Telefon yine cayır cayır çalıyor, bilmem ne bankasından gecikmiş ödemem için arıyorlar. Salı günü ödeyeceğim diyorum, o uzun ve kayıt altı cümlelerini kurmak zorundalar ya, bir kez daha teyit etmen gerekiyor, o sırada önünde durduğumu simitçi kaşarlı simitimi hazırlamış poşeti bana uzatıyor, ulan ne rutin hayatım var ne süprizsiz insanım diye düşünerek camekanının üstüne iki lira bırakıp telefondaki ürpertici sesli kıza "tamam tamaaam" diyorum.

Ofise giriyorum, ofis halkıyla günaydınlaşıyoruz. Daha diz üstü bilgisayarımı (hep bunu bir cümle içinde kullanmak istemişimdir) açmadan üç otelciyle opsiyon uzatma konuşması, bir müşteriyle revize bütçe uzlaşmasına giriyoruz. Diz üstü bilgisayarım (ben istedim bir kere, Allah verdi iki kere kullanma şansı) açıladursun, mutfaktaki amazonlar kahve saati aktivitesine sigaramla katılmak için koşuyorum bu sefer. Sabahımın sert kahvesini hazırlarken annem arıyor, "alo" dediğimi duyar duymaz konuya giren annemin arayışını "anne.. anne.. ya.. anne... dur bi beş dakika sonra arayım mı seni.." diye sonlandırıyorum. O beş dakika genelde beş gün sürüyor, aradığımda annecim inanki bazı zamanlar tuvalete gitmeye vaktim olmuyor olmuyor diye ikna etmeye çalışıyorum ama aldığım tepki hep aynı, "heee.. öyle mi kızım... nesin sen, devlet başkanı mı.. tamam ... neyse... bak bizim çorluda alt kattaki komşunun kızı var ya, mezun olduğu sene hemen çorluya çıktı tayini, kız evlendi, çocuğu olacak sen hala..." Bu sene içinde diplomamı almak için Edirne'Ye gidip çerçeveletip anneme vermeliyim, çünkü hala mezun olduğuma inanmıyor.

Gün içinde Afganlar'ın ikisi fabrika gezisi için gittikleri serada, üçü öğleden sonra gittikleri fuarda, birisi de yemek yedikleri restoranda kayboluyor. İki bütçe revizesi, üç toplantıcık, iki fatura, bir kapanış, üç ödeme, seksen beş mail cevaplama, ardı arkası kesilmeyen telefon görüşmeleri, msn'de kankiyle küçük kritikler ve ertesi günün planıyla tabakhanedeki çalışma görevimi planlayıp evin yoluna düşüyorum.

Ev güvenlidir, huzurludur. Sevgilinin sinüziti tutmuş, siniri tavan yapmış, romatizması bastırmış, midesi hassaslaşmış olsa da. Küflenmiş ekmeklere ceza vermiş, bilgisayar koltuğuna kızmış ve ısınmış pilav yemeyi hiiç sevmiyor olsa da... Duşta bütün günün stresinden arınır, yaz kokulu kremlerimi sürer, saçlarımı tepeden toplar ev elbiselerimi giyerim ve onun can sıkıntısına keyifle hizmet ederim. Son zamanlarda neşesi yerinde, Allah bozmasın. Benden gizli gizli eğlenceli birşeylerle uğraştığından şüpheleniyorum. Geceleri uyurken bazen salona kaçıyor, farkediyorum.. Başım ağrıyor, seni rahatsız etmemek için gidiyorum diyor ama ben mutfak dolabında farklı bir ırkla çılgın partiler düzenlediğini düşünüyorum. Artık ağrısı olmayacak bir süre, çünkü sülükle tedavi yöntemini keşfetti, bakalım yeni bahanesi ne olacak?

** Eminönü'nden kavanozla, kanını emdirmek için sülük alıp, kan görmekten fenalaşan sevgili macerası başka bir konuyla birleştirilip anlatılacaktır mutlaka.. coming soon ;)

Çarşamba, Aralık 9

aklımın ucunda bir şarkı...


Ey gökyüzü...
Aydınlık mısın benim kadar ve karanlık
Hasret yakarmış, kavuşmak varmış
Güneşten sıcak, sudan çıplak
Sanırım hiçbirşey yok aramızda aşktan başka...
Vay hayat, ey hayat..!

Denizde vardı oltam
bir balık tuttum zannettim
Baktım hepsi rüyaymış
mekanım yanmış bir orman
Ve tek seçimse çaresizlik... ona inanma
Göz gördüğünden korkmaz
Eski bensem... bir çiçek olsam da solmam
Anlatsın bilen kimse
Hep çeken bilir demişler.. çekense susmuş
Hep konuşmuş çekmeyen kim varsa
Anlatsın derdi çeken..
hüzün kaplı yüzlerinde kırışmakta dertler
Bir de ellerinde kürekle kazma

Ve der ki şeytan yazma, ben olsam neyle anlatırım,
neyle anlarım ben anlatmazsam hangi sazla..
mürekkebim elimde, kağıdım aynam
Gönlü saydam olan anlar ancak
İşte sayfam, hergün intihar eşikte ve umutlar beşikte
Bu dünya kapkaranlık
Işık başka yerde.. herkes peşide

Herkes sandığım kadar iyi olsaydı keşke
En azından ay beklerdi üstümde yalnız gecede

Başka seveceksin
başka türlü 
başka şekilde, başka biçimde
Güneşten sıcak sudan çıplak...
Martıların kanadı gibi...
TUTSAK..!


Hiç kimsenin kalbi yok
Bu benim kendi alın yazım, seveceğim
başka yolu yok

Hiç kimsenin şansı yok
bu benim kendi alın yazım
Seveceksin başka yolu yok

Naklen mutluluk istiyoruz
Naklen huzur istiyoruz
Naklen sevgi istiyoruz
Naklen...
Niye varız...?


mercan dede & yıldız tilbe& ceza
__________________


hayata seninle dayanırım her nefes diken... diken ne derttir gülüm, canın sağ olsun da senin***

Pazartesi, Aralık 7

benim aforizmam...


Televizyonun tam karşısına, pembe çerçeveli pofidik koltuğa gömülmüşüm. Kablo TV kanalları arasında belli aralıklarla ve sabit ivmeyle hareket ediyorum. Vicdanımın et cimdikleyen sesi beni caydırmaya çalışıyor; "iki hafta oldu, hala iki satır karalamadın, bırak artık şu aptal kutusunu.." Elimi "geri git geri" der gibi sallayarak savuşturuyorum bu sızıntıyı etrafımdan. Nedendir bilinmez, hayatı şımarıklığa vurmuşum bir süredir. Sanal dünyanın kişisel iletilerine teyyareden iki cümle yazıp kanallar arası matematiksel miskinliğime geri dönüyorum..taa ki kumadanın pili yetersiz kalana kadar.

Pili değiştirme zahmetine girmek yerine, her daim iki parmak kalınlığı mesafemde bulunan blakberime sarılıp sanal dünya ziyaretine çıkıyorum. Böyle zamanlarda ilk olarak messengerdaki available tanıdıkları tarar, konuşmak isteyebileceğim birisi varsa engelini kaldırıp "hey.."le başlayan bir giriş yapar ve yaklaşık on dakika kadar kendime bunu uğraş edinirim. yoksa öyle lüzumlu birisi ikinci alternatif olarak sevgiliyi ararım. Birinci alternatif ikinci alternatifin oyalanma sürecidir esas olarak. Bugün de aynısı oluyor. Lüzumsuz insanlar topluluğu, kimsenin engelini kaldırasım yok ve arıyorum. Evindeyse genelde müsait olmayan sevgili sevgilim telefonuna cevap vermez ama aynı sevgili, dünyanın en çılgın gece kulübünde black sensation hatunlarının davetli tek erkeği olsa maksimum üçüncü dııııııt sesinde cevaplar arayışımı. Muhtamelen önümüzdeki yirmi ila otuzuncu dakika arasında "kusura bakma, müsait değildim" diye dönüşte bulunacağından dolayı bu kısa vakti çeşitli sözlüklerin yaran yorumlarının olduğu sayfalarda değerlendiriyorum. Evet her akşam saatinin rutini tıpa tıp aynıdır bende. Aforizma hali bu şekilde tetiklenir ve tam dakikada otuzyedi tane püskürük cümle kurma kapasitesine sahip olmuşken arayan sevgilinin sinüzitli ve yoğun kelimelerine ıskalar dururum. Onun için telefon haberleşme aracıdır, muhabbetlere uygun bir alet değildir ki buna yayvan sohbetler de kesinlikle dahildir.. İkaz kısa sürede gelir; "uzun cümleler kuruyorsun yine, zaten başım ağrıyor".. Derhal silkinip yararlı bitkisel tedavilerle konuşmayı derler ve güzel dileklerle telefonu kapatırım. Ardından geçen on dakika boyunca açık kalan kablolu tv kanalının resimlerine bakarım. On birinci dakikada ise yine telefona sarılıp sevgiliye minimum üç mesajlık, az çok olgun, biraz kurumsal, çok az da duygusal bir sms gönderirim. Aslında dört mesajlık yer tutmuştur ama çeşitli kelimeler silinip cümleler sadeleştirilince ve gereksiz mimikli ifadeler kaldırılınca mesaj kısalmıştır. Bu işlem, iki saat sonra kendisine gidecek iyi uykular mesajından bir önceki adımdır.

Bu arayı doldurmak için her gün bir saat konuşulması gereken arkadaşımı ararım. Böylelikle hergün, o an ölsem, o arkadaşın hayat şeridi gözümün önünden akacak kadar yeterli bilgiyi alırım kendisinden. Onunla sohbet ederken normal nikotin ihtiyacımın dört katı buzlu çay eşliğinde karşılanmış olur. Hatta karşılıklı olarak ikişer kez defi hacet ihtiyacı giderilir, ara öğün beslenmesi ya da oje yenileme işlemleri uygulanır.

Yazmasam deli olacaktım, demiş Sait Faik. Yazmaktan vazgeçtiği bir dönemin ardından, yazmaya yeniden başladığı anda.. Seni kabul etmeyen yatağından fırlayıp, sabaha karşı yazacak bir kağıt, tükenmeyen bir kalem aratan ruh halidir bu. Artık düşüncelerini sıralayamaz ve aklından geçenlere engel olamazken.. tüm bunlar birikirken içinde, yaşayacağın patlama halini tasavvur edemezsin. Yarı delilik halidir kimi zaman, deli deli bakar gözlerin. "Deli misin kızım sen, yazmaya başla artık, bu şuursuz hareketlerini anlayamıyorum..." diye çemkirmeye başlar çatlak iç sesim. Onu susturmanın en güzel yolu, telefonumla yapışık hayat süren ve daima elimi uzattığım anda erişebileceğim uzalıkta bulunan aypodumu kulağıma takıp en yüksek seste, yarım saat kadar coşkulu şarkılar dinlemektir. Bu işlem koltuğun koluna tüneyerek, ağzındaki sigaranın külünü düşürmeden şarkıya eşlik etmeye çalışarak yapılır.

Şaraptan ve sigaradan çatlamış iç sesim, ellili yaşlarda flamenkocu çok esmer bir kadına ait gibi. Gülüşü ökrüsük gibi dökülüyor ağzından, uzun siyah tırnaklı, edepsiz, karanlıklar kraliçesi gibi birşey. Üstüme gelmesine, şarkıların da etkisiyle yüksek sesle cevap verebiliyorum; "kes be tantanayı, kurguları şahane bir sürü öyküm var benim, keyfim istediğinde tamamlarım, patron benim, sen kimsin...". Okkalı bir küfür sallıyor bana. Ağır, dingin bir hatun olmaya, dünyevi hazlardan uzak durmaya meylettikçe kendimi, bu terbiyesiz katalan içimi tırnaklayıp duruyor. Haddini bilmeli, ben değerliyim, kimse benimle böyle konuşamaz..

Ben değerliyim.. Uzunca bir süre gülüp ti'ye aldığım sonra kendimi içinde bulduğum evren, enerji, çakra, olumlama servüneninden kalma, dilime yapışmış bir kalıp.. "Kendimi ve yaptıklarımı sevgi ile görüyorum. Emin ellerdeyim. Kendimi hayatın akışına bırakıyorum. Sevgiyle iletişim kuruyorum. Kendi merkezimdeyim. Sakin ve dengeliyim. Hayatın tüm ihtiyaçlarımı kolayca ve rahatça sağlamasına izin veriyorum. Sevgi beni sürekli sarmalar. Ben sevilen, neşeli bir insanım. Kendimi bütünüyle olduğum gibi seviyor ve taktir ediyorum. Sevmeyi ve sevilmeyi seviyorum. Tüm duygularımı bir parçam olarak kabul ediyorum. Herşey hayatımın iyiliği için birlite çalışıyor. Hayatımın yüce planı ile uyumlu yaşıyorum. Kendim olmaktan mutluyum. Herşey sevgi ile ve uyumla bana kendiliğinden geliyor. Bunu ve ya daha iyisini kabul ediyorum. Ben hazırım, alıcıyım ve müteşekkirim.." Bir yılı geçkin bir sürede deli danalar gibi hazırlandım, kendimi elektriğe dinginliğe verdim durdum. Elmaya, havaya, suya, ota, tüye binlerce kez müteşekkir kaldım. İyi hissetme yeteneğimi bir kas gibi güçlendirmek için hislerimin jimnastiğini yaptım. Taşlar, arınmalar, halı üstünde uyumalar, kulağımda bitmek bilmeyen keman gıcırtısı... Ben hazırım, ben alıcıyım, uyum içindeyim, emin ellerdeyim, sevgi beni sarmalıyor... aldığım tek şey her zamanki gibi bol bol kilo oldu. Bunu düşünmek sinirimi bozuyor, buzdolabındaki cazibe tabağından parlak kalpli çikolatalara kayıyor fikrim. Bir ısırıkla, çatır çatır kırılıyor kalp. Ağzımda kalan kısmını damağımdan gırtlağıma kadar yayıyor, gözlerimi kapatıp bu anı uzatmaya çalışıyorum. İkinci yarısını hızla yiyorum. Sonra bir kalp daha, bir çikolata kaplı çamfıstıklı lokum, bir beyaz çikolatalı badem... Hipoglisemi atağımla kendime geliyorum. Bu ayine mide bulantısıyla son veriyorum.

Diğer koltuğa uzanıyorum, kendimi mekansal kandırmalarla oyalamak için. Kitaplığıma ilişiyor gözüm. Yazarına göre sıralanmış kitapları konusuna göre sıralıyorum bu kez. Sonra da yayın evine göre sıralayabilirim. Tozlanmış raflardan hoşlanmıyorum. Cam sil ve sarı scotch brite bezle tozlardan kurtulduktan sonra tozun gerginliğini atmak için bulaşık yıkamak gerekir. Saat ikiye doğru dişler fırçalanıp yatak safhasına geçildiğinde ilk iş sevgiliye, kısa tutulmaya çalışılan bir iyi geceler mesajı göndermek olur. Gözlerimi kapadığım anda iç sesim çatlamaya başlar, odanın fazla karanlık olduğunu düşünüp koridorun ışığını açık bırakırım. Tekrar yatağa girip, yorganı kafama kadar çekip, iç sesimi sindirmeye çalışarak uyurum.

Sanıldığı kadar cazibeli değildir yalnız yaşam kareleri. Öyle eller havaya nidalarıyla, atlarım herşeyelerle, paşa gönlüm bilirlerle yaşanmıyor yazık ki.. Şanslısın kızım sen diyenlere yanıtım başka bir başlığın altına gelsin...