Pazar, Ağustos 29

oldum bittim çok gülerim..


Aslında çok kızıyordum ona. Kızmak için yeterli nedene de sahiptim, nerden baksan haklıydım. Ama o çocuk masumiyetine dayanamıyordum işte, sonuçta duygusal bir insandım, herşey yüreğime işlerdi...
Kızdığımı anlaması için ayaklarımı ritmik olarak yere vurup, hırsla bir sigara yaktım. Gözlerimin içine baktı, "neyseki sen çok anlayışlı bir kızsın" dedi, gözlerimi masaya doğru eğdim, gülümsedim. Yine çözülmüştüm hemen bir cümleye, dudağımı ısırarak cezalandırdım gülüşümü, konuyu kapadım..

Huyumdur, sinirli ve stresli zamanlarımda yüzüme bir gülümseme yapışır. Hatta bir kere sinir krizi geçirdim, millet ortalığı kırar döker, ben kahkahalardan boğuluyordum nerdeyse. Halk arasında vidaların gevşemesi diye tabir edilebilen bu olay, senelerce önce bir gece annemin yanına uzanmış, huzurlu bir uyku için kendisinden medet umarken başıma gelmişti.

Kara kıştı..
Editörlüğünü yaptığım dergi batmış, çocukların partilerinde animatörlük yaparak hayatımı idame ettirmeye çalışıyordum.
Evim yoktu, bir gün anneannemde, bir gün ablamda, bir gün sevgilimde kalıyordum, sırtımda çanta bugün kime misafir olsam diye zar atıyordum. Sonra sevgilim aniden "bu ne böyle ne iş olsa yapıyorsun, bir kariyer planlaman yok, sığsın, ben aileme seni ne olarak takdim edeceğim" diyerek beni terketmiş, terketmekle de kalmamış ülke değiştirmişti. Oysa askerden yeni dönmüştü, işsizdi, beğenmediği animatörlükten kazandığım parayla ona yemek ısmarlıyor, iş görüşmelerine giderken giyinmesi için gömlek-pantalon alıyordum.
Kronik bronşitim yakama yapışmış, öksürükten uyuyamadığım günler gelmişti. Çocuğu geceleri öksürüğümden uyanmasın diye ablamda kalamıyordum, sevgili de gitmişti, tek kapım canım anneannemdi.

Annem gelmişti bir haftasonu, hep birlikte tiyatroya gidecektik. Aile klasiğimizdir, Taksim'deysek Bambi'de ya da Kızılkayalar'da kaşarlı dürüm döner yeriz. Hiç huyum olmamasına rağmen tiyatroya girmeden önce tuvalete gireyim de oralarda sıkışmayım dedim. Bildiğiniz tutucuyumdur ben, ancak çatlamak üzereysem dışarıda tuvalate girerim. Üstelik yasaktır alaturka tuvalete girmem, sakat bacağımdan dolayı, doktorum yere paranı bile düşürsen eğilip alma, yürü git der. Unutkan cesareti geldi o an demek, iyileştim nasıl olsa dedim, girdim... Neyseki başka insanların da tuvaleti gelmişti ve beni farkettiler. Bambi'nin alt katındaki küçücük tuvaletin bütün fayanslarını yüzümle silerek kapıyı yumrukladım, dışarıda bekleyen kıza bizimkileri tarif ettim "beş tane kaşarlı dürüm döner yiyen kadın" olarak ve on dakika sonra herkes kapıdaydı. Haliyle geceyi tiyatroda değil, Taksim İlk Yardım'da geçirdik. Fişim çekilmişti, yine bir süre yürüyemeyecektim...

Yanımda yatıyordu annem, "çok ağrıyor mu" dedi, "hı hı" dedim acıklı bir sesle. "Aç ta kaldık bak dönerleri de yiyemedik, telaştan eve gelince de unuttuk birşeyler yemeyi" dedi. Önce gülümsedim, sonra gülmeye başladım, sonra gülmem şiddetlendi, kahkahalarım bütün ev halkını hatta mahalleyi ayağa kaldırdı. Bir yandan bronşitimin öksürüğü, bir yandan öksürdükçe bacağımın artan acısı.. Ne nefes alabiliyordum, ne gözümden gelen yaşlara hakim olabiliyordum ne de kahkahalarımı kesebiliyordum. Annem ışıkları yaktı "galiba delirdi" diye bağırarak ahaliyi uyandırdı. Bir yandan bana su içirmeye çalışıyorlar, bir yandan gülmekten koltuklara düşüyor herkes. Sabaha kadar güldüm.. ben güldüm, herkes bir üzülüp bir gülerek bana eşlik etti.. Öyle uyuduk..

Ne zaman gereksiz bir yerde gülecek olsam, aklıma o gece gelir. Yine öyle gülmeyip, ciddi durmam gereken bir andaydım. Göz teması kurmamaya çalışıyordum. O ise gözlerimin içine içine bakıyor, üstüne gitmeden konuyu kapamış olmama seviniyordu, "gerçekten çok anlayışlı bir kızsın" dedi. Tekrar edilecek bir laf değildi, içimden karikatürler geçmesine neden olmuştu, baktım ki açıklayamayacağım bir gevşekliğe ulaşacağım "hadi kalkalım" dedim.

Salı, Ağustos 17

yağmur..


Sabaha karşı 3'tü..
Ben uyumayı becerememiştim ama gece terörüm uyanmıştı. Baktım Şimşek yanımda, sakin ol dedim kendime, geçecekti bu kalp sıçraması.. Baktım Şimşek gülümseyerek uyuyor, mutlu olacak neyi varki diye düşündüm, ardından kurdum hemen..ötekini görüyordu rüyasında. Antalyada yaşayan, keman çalan, kızıl saçlı kevaşeyi..
Gülümseyişine sıçrayarak uyandırdım Şimşek'i, yüzündeki gülümsemeyi bozarak. "canımmm, gel yerine" diyerek çekti beni boynunun kıvrımlarına doğru, saçlarımı avuçlayarak.. "Canın çıksın, ben burda kalp krizleri geçiriyorum sen sırıtarak uyuyorsun, uyan" diye bağırdım kulağına doğru. Uyandı, yapacak birşeyi yoktu, alışkındı..
O gün ilk kez balık yedim, sabahın 4'ünde, Eminönünde pis elli bir balıkçının mangalından. İçim ağlıyordu ısırdığım şeyin yüzünü düşündükçe. Birşeyler anlatıyordu bana;
-Annem mutfak tezgahına döşemiş gazete kağıtlarını, dökmüş üstüne unu, hamsileri una batırıyordu sonra da kızgın yağa atıyordu. Baktım gazetede Sinan Cemgil'in fotografı, annesi güzel gözlü oğlum benim diye severmiş, ölüm yıldönümüymüş.. Hemen yanında hamsi bana bakıyor.. İçim bir tuhaf oldu, gözler.. ikisi de ölüydü artık. Yemedim o gün o hamsiyi, aç uyudum, kızdım da anneme.. Sadece o gün ama.. Sonra ne zaman balık yesem aklıma o görüntü geldi.. yedim yine de. Hayat.. diyalektik.. materyalizm.. Troçki der ki..

Gerisini dinlemedim, o karede takılı kaldım. Yüzü olan şeyleri yiyemiyordum. Şimşek bunu bildiğinden, balığın kafasını kestirerek koydurtmuştu önüme.. İçim ağlaya ağlaya yedim. Balığın öteki olduğunu düşünerek, sonra kusarım bunu boktan bir çöplüğün yanında dedim. Olmadı, öyle bir yere götürmedi beni, içimde kaldı öteki balık..
O gün bugündür öğütemem.. Midemde yüzen büyük bir lokmadır öteki ve sonrasında gelen tüm ötekiler..

Sakatlanmıştım. Ayak bileğimden kasıklarıma kadar beni sarmalayan demirden bir aletle yatmaya mahküm edilmiştim. Şimşek askerdeydi, yemin töreninden sonra ailesiyle çıkıp yanıma, İstanbula kaçacaktı. Sabahın 3'üydü. Öteki aradı beni. Şimşek'in ona yazdığı mektubu okudu. Üşenmiş olsa gerek, ikimize de aynı mektubu yazmıştı. İstanbul'da hava yağışlıydı, ben yürüme yeteneğimi kaybetmiştim. Sabahın 4'ünde aradı beni Şimşek. "Geldim, aşk bizim şehrimizde sen nerdesin" dedi. Tuvalate bile tek başıma gidemiyordum. Ev halkı uyuyordu. Annemlere bir mektup bıraktım, "organizasyon bensiz devam edememiş, şoför beni almaya geldi, gittim ben, emin ellerdeyim merak etmeyin" diye.. onları sabah şokuna bırakarak.
Çıktım aşkı karşıladım, iki koltuk değneğiyle.. Fındıkzade'de Truva Seyahat'in önündeydik. Sarıldı bana, yağmur yağıyordu. Öptü, öptüm. Hiçbir şey demedim. Ne mektup vardı dilimde ne öteki..
Bir balık vardı aklımda, içim ağlıyordu..

Pazar, Ağustos 15

özetle


hayli olağan bir gün..
olağanüstü sıcaktan bayılarak geç uyandım yine.. aynaya baktım, dünya güzeli olarak uyanamamışım. ne zaman gerçekleşecek lan bu değişim, bıktım hep aynı patates surattan.
cevapsız aramalara baktım, mühim bir kişi aramamış. kuru kalabalık bir arkadaş topluluğu benimkisi.
mutfağa geldim, kimse ben uyanmadan gizlice eve girip bana süpriz kahvaltı hazırlamamış. hay bin kader.
gece yarım kalan kitabımı okumaya devam ettim.. hödük çocuk hala sıradan bir bunalımda, ne delirebildi ne iki adım atabildi. çok gereksizdi her şeyi, bence ölse değerlenebilecek cinslerdendi..
camdan baktım, sokakta tık yok. ramazan geldi ya, herkes evine kapanıp uyuyor, ne ala oruç.. hah yer mi be bunu allah baba..
feysi açtım, bir arkadaşım özet geç yazmış bana. fikrine çok önem veririm.. derhal zikrederim.
özetle oldukça boktan, olağan bir gün özkancan.. dünya değişmedi, batı yakasında herşey aynı. görüşelim dostum. öpüyorum..

eşik

bir kadın.. bir adam...



saçlarını uzatmaya çalıyordu kadın, kısa sözcüğüne hırslanıyordu artık. yanağını örten saçları ona güven veriyordu. kendisini güvensiz hissederse ölmüş anıları üşüşüyordu başına, etleri çürüyordu kadının. saçları havalanacak olsa, çırçıplak hissediyordu kendini. dönmeye başlıyordu sonra, ölmüş anılardan kalma bir alışkanlıktı bu. dönüyor, döndükçe siliniyordu.

silinmiş duyguların yıkık dilini biliyordu adam. evinin çürüyüşündendi ellerindeki yaralar. elleri ince bir yanılgıdaydı, elleri her yalana soyuluyordu artık. aşka kazılı düşleri erimişti. akan her zerreyi birleştirmek için, hızla dönüyordu..

sanki bildiği bütün sözcükleri unutmuştu kadın. içindeki son inançla "gel" diye bağırıyordu. çağırdı adamı, dudaklarının arasındaki ceseti diriltir umuduyla..

kimseye gözükmeden geldi adam. gizli bir kini sindirmeye çalışır gibiydi, denizini bulmaya çalışan bir sandal kadar yorgundu. su almaya başlamıştı hisleri. "tıka beni " diye seslendi kadına, acıyan yerlerini önüne sererek..

adamın söküklerini bir solukta gezdi kadın. her çöküntüsüne dokundu. eskittiği yalnızlıkları tekrarladı. aralamalı mıydı, adam için içine oyduğu kuytuları? heveslendi..

yaz mevsimi gibiydi kadını öpmek, ıslak ve sıcak. sisleri çözüldü adamın. kaderiydi, bir masalı daha başlatmak. yaralarının kabuklarını soyup attı. düşmekse düşmek, yenilmekse yenilmek, kendini yeniden yakacaktı..

aslında biraz serindir her kadın ama döker gizini öpünce. sardı adamı, içine çekti kokusunu.

Pazartesi, Ağustos 9

thanks god its sunday


Aslına bakarsanız oldukça sıradan bir pazar gününe uyanmıştım..
Sadece biraz fazla uyumuştum o kadar.. Sıcaklardan olsa gerek, bir süreliğine beyin ölümüm gerçekleşmiş sonra Allah Baba "yazık yahu bu kız daha genç niye aldınız oluum bunu buraya" diye azrail efendiye azar çekmiş ve beni hayata geri yollamış olmalı. Uyandığımda saat 16:08'di.
Her zamanki gibi telefonumda on sekiz cevapsız arama, 3 mail, 5 mesaj, birkaç yüz tane grup yazışması kırmızı yıldızlarla beni bekliyordu. Ama bir gece önce sıcaklara dayanamayıp telefonumun mouse zımbırtısı kendini infilak ettiğinden hiçbirini okuyamadım..
Camdan baktım. Karşı penceredeki kız vantilatörü bacak arasına almış kitap okuyordu.. Alt kattaki dükkanın kapısı açıldı, dondurma imal etmeye abiler geldi.. Çapraz apartmandaki kadın balkonuna çamaşırlarını astı.. Bakkal amca yan binadaki kadının sarkıttığı sepetine ekmek, sigara ve soda koydu.. Seyyar overlokçu geçti ve ardından seyyar muslukçu tamirci.. Karşı apartmanın girişindeki merdivenle o kızla çocuk tekrar öpüştü, yazık be onlara, büyüsünler bir an önce de bir mekanları olsun, çekilmez böyle apartman aralarında falan..
Herkes yaşıyordu, olağanüstü birşey yoktu, asayiş berkemaldi...

Nerdeyse lafı edilecek birşey olmayacaktı, facebooku açmasaydım. Hede hödö bir sanal platformdan bir kalp krizi kadar ciddi mesaj almıştım. Sıradan, sakin pazar günüm terörize edilmişti.. Eski ve kıskanç olmadığını iddia eden bir sevgili tarafından gözaltına alınmış, kabaca tarif edilmiştim, kışt kışt diyerek uyarılmıştım. Asla yanıtını bulamayacak, yazık bir mesaj olarak kutuda kalacağına silmeyi tercih ettim. Sonra eski ve kıskanç olmayan kızcağızı düşünerek bir sigara içtim hatta biraz öksürdüm bile..

Tekrar camdan baktım.. Sokak boştu, günlerdir saklanan esinti boş bir poşeti kovalıyordu. Güneş göz kırpar gibi oldu.. O sırada telefonuma bir mesaj daha geldi, okuyamayacaktım zira mouse kendi kendini bozabilen ancak tamir edebilen bir zımbırtı değildi.
Telefonum çaldı, arayan eski sevgilimdi. Herkesin bir eski sevgilisi vardı işte, benim neden olmasındı.. hem o da kıskanç değildi..
Çocuk kalktı merdivenden, kıza doğru eğilip öptü.. Kız da kalktı, uzun uzun sarıldılar.. Sonra bir daha öpüştüler. Çocuk giderken eli gözü geride kaldı. Kız zile bastı, otomatik açıldı.. Çocuk köşeden dönmeden kıza el salladı.
Bir sigara daha yaktım, aşkla yaş ters orantılı gelişiyordu..

Salı, Ağustos 3

topuk tıkırtısı..


Sürekli telefon çalıyordu..
Sonra sürekli birileri gelip bana birşeyler soruyor, sanırsın danışma masasına yerleşmişim. Herkesi, dilime yapışmış  "hee.. hıı.. haa.. hööm.. aaaa.. ımm.." ünlemleriyle savuşturuyordum.
Hadsizler, günde seksen iki tane mail cevaplatırlır mı insana.. seçerek mi salıyorlar sizi başıma.. mailler yağıyordu..
Toplantıya giriyordum, içim çıkıyor, pilim bitiyor, konu tükenmiyordu..

Heyyyy!.. Randevumuz var allahsızlar, bi rahat bırakın da kadınsal strateji şeysinden yapayım, tuzağa düşüreyim, kıskaçlarıma takayım, hayatından bezdireyim çocuğu.. Böyle çarpılsın, soluksuz kalsın, sürünsün, ayaklarıma kapansın, peşime düşsün, içine romantik birşeyler kaçsındı..

Yok ama ben inekler gibi çalıştım. Öküzler gibi hatta, hatta filler gibi çalıştım. Haftalarca yat, tralalala uzat ayaklarını, gelsin dokuz ayın çarşambası bugünü bulsun. Olacak kader değildi, itirazım vardı. Hem bu haksızlıktı, netekim kimsenin tavuğuna kışt demişliğim yoktu.

Dokuza on beş kala eve gelmiştim. On beşdakikam vardı, hayat benden yanaydı.. Hemen formal elbisemi çıkartıp kotumu geçirecek, saçlarımın fönünü tazeleyip tepeden şıkırtılı toplayacaktım.. Portakal çiçeği rengi rujumu sürüp, şahane yaz kokumla banyo yapacaktım. Evet hepsini on dakikaya sığdıracaktım.. DOlaptaki o bir şişe bira olmasaydı..Şöyle serin serin içeyim, utangaçlığımı bir yudum alsın dedim.. E madem içmeye başladım biraz da müzik açayım dedim. Müzik hoşuma gitti, bira enerji verdi derken saat dokuzda aradı beni, gelmiş..

Allah sizi inandırsın dişlerimi nasıl fırçaladığımı bilmeden geçirdim topuklularımı çıktım tıkır tıkır  koştum.. Çocuğun yanına vardığımda saçım muhtemelen bonus asiliğine girmiş, rimelim kenardan hafif süzülmüş ve sırtımdan ter damlıyordu.. Üstelik elbisem, topuklu ayakkabılarım, kırmızı rujum, lapiska saçlarım, taşlı pullu çantamla ben, çocuğun efil efil rahatlıktaki kıyafetlerinin yanında bildiğin sivrildim..

Aman olsundu, yapacak birşey yoktu.. Cumaydı, hayat güzeldi.. Dönüşte, sokaklarda topuk tıkırtılarım yankılanıyordu, farkettiğimde beni gülümseten bir tınıyla..