Perşembe, Mart 18

çıldırmadan yaz..


Yazmasam çıldıracaktım..

Yazmak için bundan ideal zaman yok, biliyorum.. Vaktin birinde bir çukur kazmışım etrafıma, direklerden dünyanın en saçma kolajını yapmışım etrafına.. kimse yanaşamamış. Hiç aklıma gelmezdi sevgili blog, o çukura ben düştüm.. Evet, bir süredir kendi çukurumda debeleniyorum ve lanet eğri büğrü direkler çok fena hapsettiler beni içine.. Çıkamıyorum, kendimden kurtulamıyorum.. Yazmak için daha ideal bir zaman olamaz.. Çukur günlükleri burada başlar..

Kaç saattir buradayım bilmiyorum. Keşke zamanı sayabilseydim de bereketini kaçırsaydım. Herkesin önemli bir işi var, beni merak eden yok şu anda.. Çok yalnızım be atam.. Ve acınacak hallerdeyim, üstelik içim ürperiyor, ya burda yoksam..

Sırıtık, abuk sabuk şeyler geçirmeye çalışıyorum aklımdan. Çıldırmanın teğetindeyken, ciddi hususlar tehlikeli olabilir netekim.. Olur olmadık şeyler geçiyor aklımdan.. Tıpkı üniversite günlerinde okuldan eve dönüş yolundaki gibi. Dayanamadığım soğukta, yokuş çıktığımı unutmak için karpuz çekirdeği içinde amazonlara bilordo oynatırdım, bu haşin oyun eşliğinde bakkala ulaşmak kolay olurdu. Sonra o saçma görüntüler zihnimde yer etmesin diye bakkaldan bir damacana şarap alırdım. Ayaz Edirne gecelerinde ucuz şarap ve Cem Karaca iyi giderdi. Bakkal abiyi kasanın arkasındaki koltuğundan farklı bir yerde görmemiştim hiç. Hep bacaklarının olmadığını düşünürdüm. Hemen her gün aynı sıkıcı diyolog geçerdi aramızda, "kahve de alacak mısın, bak peynirim de yine çok güzel.." Artık o kasanın arkasında değil ve ekstralarını satamıyor, okulu bitirdiğim sene öldü.. Arkasından bir şişe şarap açıp ağladım. Şimdi ismini bile hatırlamadığım bakkal abimizin iki küçük kızı ve dünyanın en güzel yeşil gözlerine sahip gencecik karısı vardı.

"Yaz işte çatır çatır.. Eskiden düştüğün çukurları farketmezdin, tökezleye tökezleye yürürdün.. Şimdi aklın başında, çakkıdı bir istanbul hanımefendisi olma yolundasın.. Yani neredeyse gireceksin o yola.. Şimdi yaz, başka bakkaldan aldığın kahvenin eşliğinde.. "

İç sesim tepeden bana öğüt vermeye devam ediyor.. Çukurumda bile rahat yok. Arkasında devrik hijyen hatunu görür gibi oluyorum. Toza bulandığım için endişeli ama onu terkettiğimden beri nerdeyse flulaşmış, yüz ifadesini seçemiyorum. Üzgünüm Hijyen, bırak dağınık kalsın günlerimdeyim. Yağlı saçlarım ve lekeli tişörtlerimle huzurluyum..

Tam burada, bulunduğum yerde, altta.. siz yukarıdakiler, hepinizin içini görüyorum. Manzara hiç hoş değil. İştahımı tıkamaya yardımcı oluyorsunuz.. Şimdi beyoğlunun tünele teğet sokaklarından birinde bir masada oturuyor olsaydık hep birlikte, eskisi gibi sizden güzeli yoktu. Netekim çirkin yoktur, az votka vardır. Uzun zamandır, masanıza uğramayı kestiğimden beri gıtlağımdan o şişesi güzel zıkkımlardan geçmedi. Lan doğru ya, şimdi hatırladım o çukurları neden kazdığımı.. Kapımı çalmayın sakın, ateşle yaklaşırım tutuşursunuz.. Benim de ne işim varsa burada.. Neyse çıkıp banyoya gireyim.. Sonra Hijyen Hatunumla bulaşıkları yıkarız..

Au revoir sevgili çukur.. (İstanbul hanımefendisi olma yolunda yaptığım avrupa seyahatlerine parisi ekledim, bir kaç gün parisienne oldum... Yadırgamayın, yeni döndüm lan, bırakın bir süre dilimde kalsın küçük kelimeler..) Bu gece sevgilimin başının çukurunu taşıyan yastıkta uyuyacağım huzurla.. Zira yarın Aşk'a Uyanış günüdür!..

Pazartesi, Mart 15

sonsuza dek özlemle..

İnsan ölüyor bazen. Aniden "gık" diye gidiveriyor. Kararıyor herşey, sanki biri fişi çekmiş gibi.. İnceden bir ses "tizzzzz" diyor. Kulağın uğuldamıyor, başın dönmüyor.. Yaşamsal fonksiyonlar çalışmıyor, bu yüzden aslında o hayatının film şeridini göremiyorsun. Son nefeste kısa filminizi seyretme beklentiniz varsa avcunuzu yalarsınız. Ben biliyorum, herşey kesiliyor, başıma geldi, biliyorum.. Bu kısmını sallamış olabilirim ama sizi ilgilendirmez...
Halıya takılıyor ayağın, havada asılı kalıyorsun bir süre, sonra aptal bir kuş gibi yapışıyorsun katil halının üstüne.. İzleyip izleyebileceğin budur ancak, film orada kopuyor. Sonrasını hatırlamak istemez insan olan. Halıda yaşayan adi maytlar ağzına doluşuyor, gırtlağın tüy ve saç yumaklarıyla doluyor, tozlar burnunu tıkıyor.. "gık" diye gidiyorsun..
O gün, yaşama yeniden döndüğümde atmıştım evdeki tüm halıları. Haftada bir kere beni öldürmelerine tahammül edemiyordum. Can dostum, evladım Bugy de beni izler, sonra halıya sinirlenir gider üstüne kusardı. İkimizin de sinirini bozan halıları hayatımızdan çıkarıp evde kendimize tozsuz ve tüysüz bir yaşam alanı açmıştık.
Evlat Bugy yaşlıydı artık, koltuğa çıkamıyordu.. Ben koltukta sızıp kalmışsam, o eskiden halının olduğu yerde, evin ortasına serilip yatıyordu.. Soğuk kış günü, ev sıcak ta olsa yerden soğuk alıyor diye düşünmüştüm, o yüzden karnı ağrıyordu. Geceleri ağlamaya başlamıştı, onu yatağa taşımadan uyumuyordum. Ama yatakta da uyuyamıyorduk, geceleri katil ağrı giriyordu karnına.. Birbirimize sarılıp ağlıyorduk.
Üç gün kadar veterinerde yoğun bakımda kaldıktan sonra annemlerle birlikte çorluya döndü. Üstünde fosforlu kazağı vardı.. Öptüm, kafa kafaya fotograf çekildik, uzun uzun kokladım ve daha emin ellere doğru yolcu ettim onu. Ertesi gün, uzun iş toplantılarından birindeyken aradı annem.. Geceleri Bugy'nin çıkardığı ulumayla ağlama karışımı ses annemden geliyordu bu kez. 15 yıllık hayat arkadaşım, Bugy "gık" diye gitmişti.. O zaman da ölmüştüm, yine fişim çekilmişti.. Film akmadı, sular durdu, damarlar dondu.. Karanlık oluyor, ölüyor insan.. Yaşama geri döndüğümde annemi aradım, kalbini dinleseydin, ayna tutsaydın, belki de ölmemiştir tam olarak, olur öyle ara sıra, geri gelmiştir belki diye.. Herşey için çok geçti.. ben yaşama döndüğümde Bugy toprağın altındaki yerini almıştı bile..



Yazlığın önündeki boş arsaya kaçar, günün yarısını orada geçirirdi rahmetli. Artık sonsuza kadar orada ikamet edecekti. Gittim baktım, seradan aldığım mor çiçekleri ektim toprağına.. Arkamı dönüp gittim gittim.. geri döndüp baktım.. Hayvan danası bir kuş evladımın çiçeklerini eşeliyordu.. Hayatımda hiç bir insanoğluna ya da hayvanoğluna öyle bağırdığımı ve kovaladığımı bilmem. Can Bugy de sevmezdi zaten kuşları, kafasına gelip konan aptal küçük yaratıklar hep sinirini bozardı.. Bugy'le birlikte hep bir kuş yaşardı evimizde, canım evlada hiç rahat vermeyen uçan yaratıkları, annemler uyuyunca kafeslerine kilitleyip üstlerine örtü kapardım..
Nerden mi geldi bunlar..
Sigaramın dumanı çıksın diye açmıştım camımı.. Ayaklarım donunca kapamaya gittim. Hayvanların cezası aptal sırnaşık bir kuş gelmiş camımı pislemiş. Sevmiyorum sizin bir sıkımlık canınızı.. Uğramayın can'ımın ve benim topraklarımıza.. Fişinizi çekerim yoksa..

kaotik miyim neyim..


"Kaotik bir ilişki bu, sen anlayamazsın" diyorum. Koca dişlerini sıkıp, enseme vuruyor.. "böyle pısırık pısırık durma, vur artık öldürücü darbeni" diyor. Frijit kadın asabiliğinde, konuşuyor.. gergin ve çok asabi, uzun uzun cümleler kuruyor. "Böyle koştura koştura çalışıp bembeyaz bir suratla eve gelip hımbıl hımbıl oturmandan nefret ediyorum, seni bir daha uyarmayacağım, beni boşuna mı yarattın, ben kenarda köşede tutulacak kadın mıyım, madem bu idiotloji hastalağına kapılacaktın beni ne diye çaldın başkasının hayalinden.. ben konuşurken tırnaklarını yeme".. elime öyle hızlı vuruyorki dudağımı çiziyor sivri tırnakları, ağzım kanıyor..
Ne zamandır konuşmuyordu benimle iç sesim. bana da çok ilişmiyor, diğer hatunlara eziyet ederek vakit geçiriyordu. bugün eve aynı hımbıllığımla gelip pofidik koltuğa kendimi atmış, başımı tavana çevirip birkaç saat hiç kımıldamadan oturmuştum. beni izlediğinin farkındaydım.. herhangi bir konu açmasına olanak vermemek için önemli birşeyler düşünüyor, yeni kararlar alıyor numarası yapıyordum.. aslında düşündüğüm şeyler tırı vırı birsürü saçmalıktı. mesela peynir olmasaydı hayatımda ne eksilirdi benden.. ortaçağ hiç yaşanmamış olsaydı nasıl bir dünya olurdu.. aslında halı halı değildir.. gibi şeyler üzerinde kafa yoruyordum.. sonra üstüme ilerleyen bir gölge hissedip sıçradım, gelen iç sesimdi. sıçramamla yanağıma tokadı yemem bir oldu. sonra.. sonrasını biliyorsunuz işte.. beni çok fena dövdü..
"Sen ne dersen de.. şu an söylediğin hiçbirşeyin önemi yok" diyorum. hiddetle karşılık veriyor; "kafam almıyor diyeceğine önemi yok diyorsun, hadi artık itiraf et kendine ve ikimizi de bu kaotik durumdan kurtar". "bak işte orada dur, sevgilime ilişme, çek tırnaklarını üstümüzden" diyorum. hazır cevap devam ediyor; "sevgilin mi, o da kim? buraya gelen, şu koltukta kucağında lap topuyla yaşayan çocuk senin sevgilin mi? ahaha seni o kucakta hiç görmedim". kavgaya devam etme fırsatını ona vermek istemedim ama yine de "ben kucak kadını değilim" demekten kendimi alamadım. öldürücü darbeyi o indiriyor; "sen kadın değilsin ki artık, geceleri pembe aptal bir pijama giyen, diş fırçasının üçüncü boyutuna kafa yoran, yürüyen bir hormonsun"..
Kulaklarımı tıkıyorum, sağır olduğumu düşünüyorum. dilimi kıvırıp dilsiz olduğumu düşünüyorum. sonra o halde şarkı söylemeye çalışıyorum. fonetiği bozuk bir mırıltı duyuyorum. evet yine de ses çıkarıyor ve duyabiliyorum. yetersiz bir sağırlık ve dilsizlik benimkisi. başımı geriye yaslayıp tavanı seyrediyorum yine.. kaotik bir insan olduğumu düşünüyorum. bu kaotik kelimesine neden bu kadar takıldığımı sorguluyorum.. gittikçe sıkıcılaşıyorum.