Pazar, Ocak 31

ne desem..

Yazmak lazım...
Otuzbeş dakika boyunca kanallar arasında gezindim durdum, cumartesi gecesine yakıştıramadım bu yoksunluğu, izleyecek birşey yoktu.
Sanal platformlara baktım. Facebooktan baymışım zaten, twitterda kendi kendime konuşup durdum, kimseyi okumaya tahammül edemeden..
Üç sigara yaktım üst üste, iki bardak kahve içtim zehir zıkkım gibi. İstediğim tadı yakalayamadım.
Müzik açtım. Rock, new age, tasavvuf, türkü bile dinledim.. Ruhuma yetmedi nedense..
Yazmak lazım o halde.. Neyi anlatsam?
Geçen gün kar yağdığında parkta mahsur kalmıştım, bir saat içinde on sayfalık detay yakaladım, komiklik ve trajedi içinde.. Ama soğuk hava hadiselerinden bahsetmekten çok sıkıldım artık.
Kombiciyle nasıl kavga ettiğimi mi anlatsam? Yok yahu can sıkıcı şeylerden bahsetmek istemiyorum...
Hatunlarımdan da bahsedemeyeceğim, zira ben alkole veda ettiğimden beri haftasonlarını çılgın partilerde geçiriyorlar. Yanımda bir tek dervişe hatun var, o da yün eğiriyor.
Geçen ay bir pazar günü yıldız parkına gidip bir bankta oturup, kulağımdaki ipodda dinlediğim şarkıları bağıra çağıra söylemiştim.. Bunu anlatsam şimdi, herkes zaten biliyorduk kafadan çatlaksın sen diye yaftalar beni..
Dervişe Hatun bu noktada devreye girdi, "herkesin vardır diyeceği, yazı sonsuz bir döngüdür ahukızım.. dünkü kelamlarını işleyebilirsin bugün yeniden, aynı fikri bir başka zikredeceksindir, biz de seni yine aynı huşu ile dinleyeceğiz.." dedi ve yününü tekrar aldı eline.
Dünkü kelimelerim neydi diye düşündüm, karar verdim; benim hafıza temelim zayıf. Annemin bana "tekne kazıntısısın sen" demesindeki şaibe birden aydınlandı kafamda. Varlarını yoklarını iki ablama vermişler demek. Kanım bile sıfır grubu. Sevgili ebeveynlerim bana ayırmaları gereken bazı proteinleri, çok bel ve ümit bağladıkları ablalarım için hunharca harcamışlar meğersem. Sonra da bütün suç bendeymiş gibi "hiç et yemiyorsun, ot yiye yiye inek zekalı olacaksın, yoğurt yeme bu kadar böbreklerin çalışmıyor sonra böğürüyorsun, balık yeseydin gözlerin bu kadar kör olmazdı" diye suçu bana atıyorlar. Kafamda flaşbekler çakıp duruyor, bazı görüntüler var, kaldıramayacağımı yorumlamayım diyorum.. Temelimden çalınmış, bundandır her sallantıda dokuz nokta ( bu da depremden sonra halkımızın diline yerleşmiş eksik bir tabirdir dokuz nokta.. eee devamı nerde) şiddetinde yıkılmam..



Sanırım dokuz yaşındaydım. Evin büyük kızı göz doktoruna götürülmüş gözlerinin bozuk olduğuna kanaat getirilmiş, kendisini zeki, inek bir tipmiş gibi gösteren gözlükle çerçevelenmişti. Geceleri uyumadan önce, yanıma gelip tırsak beni uyutma iyiliği vardı bu büyük kızın. Koyunlardan bahsederdi hep, kendisi de saçı itibariyle bir merinosu andırıyordu ve koyun yumuşaklığında tertemiz bir kalbi vardı. Sordum ona "bu gözlükleri takınca ne oldu, takmadan önce ne oluyordu" diye.. Bulanık görüyormuş heryeri, bulanıklık nedir bilmezdim, hani sis gelmiş gibi, hareketli çıkmış fotograflar gibi diye açıklamalar yaptı. Ertesi gün yalan rüzgarını seyreden anneme "ben bu Cil'İn yüzünü bulanık görüyorum, Eşli'nin gözleri renkliymiş ama bana boş küçük çukur gibi gözüküyor ve şu an okuduğu kitabın adını ben okuyamıyorum" dedim. Annem beni ciddiye alarak yanıtladı, ciddiye almıştı, sonuçta gözünü ekrandan çekip bana çevirmişti.. Gözlüğün özenilecek birşey olmadığını, ablamın göz bozukluğunun bir hastalık olduğunu, benim sağlıklı gözlere sahip olduğum için şanslı olduğumu sakin sakin anlattı.. "ama anne ben görmüyorum" diye karşı çıktığımda, "lüzumsuz kıskançlıklar yapma şurda ağız tadıyla bir şey seyrettirmiyorsun hödük, defol git içeri ödevlerini yap" diye beni başından savuşturdu. Annemin böyle dengesiz, gel gitli zamanları vardı.. Zor annelikti onunkisi, benim gibi tırsak, utangaç, annesinin bacaklarına yapışık küçük bir kızı, hayalperest, asi, nalet bir ortanca kızı, duygusal, kırılgan, insan canlısı büyük bir kızı vardı. Ve üçümüzün de ortak özelliği aklımıza eseni korkmadan yapmak, suçlarımızı kolayca örtmek, hayatı bir anda tepetaklak etmekti. Herkesin çocuğu vardı, annemin üç tane dizginlenemez birşeyleri vardı.
Hayat yine bana çalışıyordu.. Ertesi gün okulda göz taraması yapıldı ve benim gözlerim bozuk çıktı. Elimde doktorun verdiği tırı vırı kağıtla eve gittim. Zafer bendeydi, alt dudağımı büzmüş, yanlış yargılanmış ama infazı verene karşı vicdanlı, gurulu bir ifadeyle saman kağıdı anneme verip sessizce odama çekildim. Ben çok saftiriktim küçükken. Bu oyunu fazla sürdüremedim. Annem ışıkları kapatmış televizyon ışığında sessiz sessiz ağlıyordu salonda. Dayanamadım tabiki de, yapışık olduğum bacaklarına sarılıp ben de ağladım onunla, üzülme sen benim gözlerim iyi aslında diye. Annemin yüzünde bir ben vardı, saftirik ben "o ben miyim yani" diye gülüp eğlenip anneciğimin ben'ini öperdim. O gece de ben'i öptüm ve ertesi sabah erkenden doktora gitmek için yatma pozisyonumuza geçtik annemle.
Doktor mercekler takıtıyor, harfleri okutuyor, "e" diyorum, annem "iyi bak kızım dikkatli oku" diyor.. Doktor kişi bana 3 numaralık bir reçete yazınca annem elimden tutup beni hızla dışarı çıkardı. Yolda ağlıyordu, doktorun işi bitmişti, annem onu defterden silmişti "İstanbul'a gideceğiz yarın, Çapa'ya gideceğiz, profösör bakacak senin gözlerine" dedi. Herşeye kolay itaat etmem, her haltı sorgularım tamam demeden önce, yutkundum ve hemen itaat ettim, hiç sormadım "artık bu hastaneye güvenmeyecek miyiz, bu doktorun diploması yok mu, bu ilçedeki tıbbi bilgi yetersiz mi" diye..
Hayatımda hiç bu kadar hastayı ve doktoru bir arada görmemiştim. Yanımızda annemin bir önceki gün ayarladığı torpil kişi vardı. Hiç sıra beklemeden çat diye daldık doktorun odasına. Hayatımda ilk kez profösör görmüştüm, o da etten kemikten az yaşlı bir adamdı ve gözlük kullanıyordu. Gözüme bir damla damlatıp beni karanlık bir odaya götürdüler. Karanlık odada bir sürü insan vardı, kendi aralarında konuşuyorlardı, kimisi gece 3'teb beri bekliyordu kimisi sabah 5'te girmişti o odaya.. Torpil kişi gelip yarım saat sonra çıkardı bizi o odadan. Bir sürü makinaya girdim, merceklerle denendim. Sonuç annemin tansiyonunu 21' e çıkarmıştı. 3,5 derece miyop, 3 derece hipermetrop, 2,5 derece astigmattım.. Yakını göremez, uzağı göremez, bulanıklık hat safhada nerdeyse gözüne perde inmiş bir küçük yavrucaktım.
Gözlerimin bozulmasına karşı iki riyavet oluşmuştu o gece evde. Annem babama " babana çekmiş işte, onun da kase dibi gibi gözlükleri var" diyordu, babam da "çok kitap okuyor bu kız ondandır" diyordu. Ertesi gün pembe kemik, köşelerinde kalp olan gözlüklerimi aldıktan sonra yandaki kırtasiyeden cukkalı bir de kitap almıştı annem bana. Bilirdi en çok kitapla mutlu edileceğimi.. Yeni kalın bir kitabım vardı ve daha uzun süre okuyabiliyordum, sevmiştim gözlüklü günleri.. Bir de büyük ablamın 1,5 numara sadece miyop olan gözlerine fena halde bindirdiğim için evin körler kadrosundaki yerim daha yüksek mertebe kazanmıştı.
Canım annecağzım ara sıra aklına gelince söylenir hala kendisine, "bu kızın hakkını yedim, ablasını kıskandı sandım" diye..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

üşenme, erteleme, vazgeçme, yorumla..