Cuma, Aralık 11

herhangi bir gün

Sıcak bir sohbetten, keyifli bir ev ortamından çıkmışız. Eve gelip yeri değişen yumuşak koltuğa yayılmışız, günün gecenin kritiğini yapıyoruz, keyfimiz yerinde.Sohbete serin serin birşeyler katmak için içecek bir şeyler almaya kalkıyorum koltuktan, bir dakikadan az bir süre yanından uzaklaşıyorum. Yanına döndüğümde televizyondaki kadınla kavga ederken buluyorum onu. Gözbebekleri büyümüş, dişlerini sıkmış, çenesi gerilmiş, yumruklar hazırlanmış, elinde telefonda ısrarla kanalı arıyor. İki bardak buzlu çay ve dört sigarayla eşlik ediyorum monolog halindeki kavgasına. Neyseki program bitiyor sonunda, telefon bağlanamadan.. kadının yerini renkli, coşkulu bir reklam alıyor. Hadi uyumaya gidelim diyor, sigaramı söndürmemi bekliyor.  Yastıkta kafasını oynata oynata anlatıyor kadına sinirlenişini... Karanlığa alışmış gözlerim, gözlerini görüyorum, yanaklarını şişire şişire konuşuyor, burnu tıkalı, sinüzit bastırmış belli. Çocukluğumuza dair koruyabildiğimiz tek şey bakışlarımız sanırım, çocukluğunu görebiliyorum o anda. Kirpiklerinden öpüp, yanağını okşayıp "hşşş.. tamam, geçti" demek istiyorum ona. Yapmıyorum tabikide, melankolik birşeylere dönüştüğümü düşünmesin diye. Üstelik hayatındaki erkeğe karşı anaç anaç yaklaşmamam gerektiği sık sık tembih edilmiştir bana, uymaya çalıştığım bir ikazdır bu. Suratımdaki salak gülümseyen ifadeyi hissedince dönüyorum sırtımı çocuk surata, uyuyorum...

Kapıdan çıktığım anda telefonum çalmaya başlıyor. Maratonumun başlangıcında pek hoşuma gitmeyen bir durumdur bu. İki Afgan konuğumuz kaybolmuş otelin içinde, araç bekliyormuş kapıda, toplantıya geç kalıyorlarmış. Sen odalarını ara diyorum elemana, birazdan çözerim. Parktan koşarak iniyorum caddeye doğru, vapuru kaçıracağım. Bulvara çıkmadan köşedeki berber kesiyor yolumu, on dakikan daha var sakin ol diyor, sanki on dakikada bulvarı tüketip, üç ışık atlatıp iskeleye varmak, jeton alıp turnikeden geçmek sakinlik gerektiren bir maharetmiş gibi. Her sabah aynı terane, yol üstü esnafı beni sabahları koşarken görmezlerse endişeleniyorlar. Adını bilmediğim bu güruhla ne vakit samimi olduğumu bilmiyorum ve nedenini..

Son ışıkta Afganlar'dan biri arıyor, ne dediğini kesinlikle anlamıyorum ama ses tonundan beklemekten dolayı sinirlendiğini ayırtedebiliyorum. Ay vil kol yuu deyip yüzüne kapatıyorum labadanak, netekim vapura ucu ucuna yetişiyorum ve her zamanki gibi ben biner binmez hareket ediyor vapur. Arka koltuğa geçiyorum, tapulu malım gibi, herkesin yeri bellidir 8:15 vapurunda. Telefonuma bakıyorum, daha ofise varmadan on sekiz okunmamış mailim var. Önemli olan bir iki kişinin mailini acilen cevaplıyorum ardından elemanı arıyorum, adamlar kayıp değilmiş sadece telefonu açık bırakıp uykularına devam etmişler. Dernek diğer hatta bekliyor, basın toplantıları varmış nerde bizim kırlangıçlar diye soruyorlar, ofise gideyim hemen göndereceğim diye söz veriyorum, peki ses kaydımız diyor, "tamam tamammmm" diyorum. Vapur iskeleye yanaşır, benim sarı dolmuşa koşu maratonum başlar, elimde vapur mahsülü sıkma portakal suyuyla. Diğer dernek arıyor o sırada, kendine gelememiş bir sesle ve panik içinde "bulamıyorum, geçen geceki galanın kayıt listesini bulamıyorum bilgisayarımda, yok nereye kaydettiler bunu acaba", bulacağıma söz verip telefonu kapatıyorum ve galada çalışan desk kızlarını arıyorum. Sonuç yok ama söz vermişim bir kere, arıyorum derneği "bir fikrim geldi, acaba başka bir bilgisayar kullanılmış olabilir mi" diye soruyorum, ses kendine geliyor bir anda ve aydınlanır gibi "ayyy eveeeet yaaaa, bilmem ne hanımın lap topunu kullandık biz orada di miiii" diyor. Önce bir uyan sonra beni ara diye sövesim geliyor, ama müşteri memnuniyeti ağır basıyor "ayy olur böyle şeyler, yorgunsunuz tabi hala dinlenemediniz" diye devam eden hoş sohbete giriyorum.

Şaşkınbakkal sahilinde iniyorum, caddeye yürüyorum. Telefon yine cayır cayır çalıyor, bilmem ne bankasından gecikmiş ödemem için arıyorlar. Salı günü ödeyeceğim diyorum, o uzun ve kayıt altı cümlelerini kurmak zorundalar ya, bir kez daha teyit etmen gerekiyor, o sırada önünde durduğumu simitçi kaşarlı simitimi hazırlamış poşeti bana uzatıyor, ulan ne rutin hayatım var ne süprizsiz insanım diye düşünerek camekanının üstüne iki lira bırakıp telefondaki ürpertici sesli kıza "tamam tamaaam" diyorum.

Ofise giriyorum, ofis halkıyla günaydınlaşıyoruz. Daha diz üstü bilgisayarımı (hep bunu bir cümle içinde kullanmak istemişimdir) açmadan üç otelciyle opsiyon uzatma konuşması, bir müşteriyle revize bütçe uzlaşmasına giriyoruz. Diz üstü bilgisayarım (ben istedim bir kere, Allah verdi iki kere kullanma şansı) açıladursun, mutfaktaki amazonlar kahve saati aktivitesine sigaramla katılmak için koşuyorum bu sefer. Sabahımın sert kahvesini hazırlarken annem arıyor, "alo" dediğimi duyar duymaz konuya giren annemin arayışını "anne.. anne.. ya.. anne... dur bi beş dakika sonra arayım mı seni.." diye sonlandırıyorum. O beş dakika genelde beş gün sürüyor, aradığımda annecim inanki bazı zamanlar tuvalete gitmeye vaktim olmuyor olmuyor diye ikna etmeye çalışıyorum ama aldığım tepki hep aynı, "heee.. öyle mi kızım... nesin sen, devlet başkanı mı.. tamam ... neyse... bak bizim çorluda alt kattaki komşunun kızı var ya, mezun olduğu sene hemen çorluya çıktı tayini, kız evlendi, çocuğu olacak sen hala..." Bu sene içinde diplomamı almak için Edirne'Ye gidip çerçeveletip anneme vermeliyim, çünkü hala mezun olduğuma inanmıyor.

Gün içinde Afganlar'ın ikisi fabrika gezisi için gittikleri serada, üçü öğleden sonra gittikleri fuarda, birisi de yemek yedikleri restoranda kayboluyor. İki bütçe revizesi, üç toplantıcık, iki fatura, bir kapanış, üç ödeme, seksen beş mail cevaplama, ardı arkası kesilmeyen telefon görüşmeleri, msn'de kankiyle küçük kritikler ve ertesi günün planıyla tabakhanedeki çalışma görevimi planlayıp evin yoluna düşüyorum.

Ev güvenlidir, huzurludur. Sevgilinin sinüziti tutmuş, siniri tavan yapmış, romatizması bastırmış, midesi hassaslaşmış olsa da. Küflenmiş ekmeklere ceza vermiş, bilgisayar koltuğuna kızmış ve ısınmış pilav yemeyi hiiç sevmiyor olsa da... Duşta bütün günün stresinden arınır, yaz kokulu kremlerimi sürer, saçlarımı tepeden toplar ev elbiselerimi giyerim ve onun can sıkıntısına keyifle hizmet ederim. Son zamanlarda neşesi yerinde, Allah bozmasın. Benden gizli gizli eğlenceli birşeylerle uğraştığından şüpheleniyorum. Geceleri uyurken bazen salona kaçıyor, farkediyorum.. Başım ağrıyor, seni rahatsız etmemek için gidiyorum diyor ama ben mutfak dolabında farklı bir ırkla çılgın partiler düzenlediğini düşünüyorum. Artık ağrısı olmayacak bir süre, çünkü sülükle tedavi yöntemini keşfetti, bakalım yeni bahanesi ne olacak?

** Eminönü'nden kavanozla, kanını emdirmek için sülük alıp, kan görmekten fenalaşan sevgili macerası başka bir konuyla birleştirilip anlatılacaktır mutlaka.. coming soon ;)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

üşenme, erteleme, vazgeçme, yorumla..