Sevgili blog okurlarım, henüz yok denecek kadar az olan klanım. Ama öncelikle.. görüyorum ki hala azsınız, okuyucu yoksuluyum, acıklıyım. Otuz kişi olun, size yemek organizasyonu yapacağım. Şu an dile getirebileceğim en ortalama sayı bu netekim. Komşu bloglara da aşk olsun, henüz kapımı çalan olmadı.. Kendimi çok yalnız hissediyorum...
Neyse gelelim esas mevzuya.. Sevgili blog okurum Alper'in isteği üzerine yalnızlık karelerini tasvir etmeye çalışacağım.. Çok değerlisiniz yahu, aklıma gelir gelmez bıraktım işi gücü. İngilizce zamazingomu geliştirme çabalarımla The Phantom of the Opera'yı okumaya başlamışken bırakıverdim elimden, yoksa gece yalnızım, tırsak bir yapım var, rüyama girer de korkarım gibi bir endişem olmadı hiç.. Hazırsan başlayalım..
It is 2005, in the Ahu's House in Beşiktaş. Everybody is talking about the girl of the Ahu's House... Böyle de giriş olmaz ki, baştan alıyorum fevkalade bir ciddiyetle..
Sefil öğrencilik yıllarımın aileden uzak, kalabalık arkadaş güruhuyla yaşama dönemini atlattığım zamanlardı. Bunu atlatmak hatırı sayılır bir vakit almıştı aslında. İnsanın içine nasıl işliyorsa, kazı kazı zor kurtuluyor insan o kimlikten.
Karar vermiştim, artık hanımefendi olacaktım. Ciddi bir işim, idare eder bir gelirim, düzenli bir hayatım vardı. "İşten çıkıp evime geleceğim, iş hattımı kapatacağım, keman konçertosu evi ısıtacak, duşumu alıp şarabımı mırıldanarak yudumlayacağım..kitabum göğsümde, salondaki koltukta uyuyakalacağım. Sabahları yatak odamdaki aynanın önüne kurulacağım, saçlarıma maşa yaparken bir yandan kahvemi içeceğim. İşe giderken mahalle insanlarıyla selamlaşacağız, karşı penceremdeki yakışıklıyla çarpışacağız, telefonlarımız karışacak.. Haftasonları arkadaşlarım gelecek, birlikte şahane yemek sofraları kurup nice güzel günlere kadeh kaldıracağız..." hayalleriyle yola çıkmıştım.
Şimdi gerçekleşenlere değinelim...
Maaşının yarısı kadar parayı, ailenin it bağlasan durmaz diyeceği bir daireye aylık olarak yatırırsın. Evi boyatmak, mineflo kaplatmak, elektrik sisteminiyeniden kurmak, emlakçı ödemesi yapmak, bir evin kaporasını yakmak hesapta olmadığı için kredi de çekersin ve sonu gözükmeyen o yola girersin. İşten çıkıp eve dönmen, sözkonusu işyeri Maslak, ev Beşiktaş'ta ise en az üç saat sürer. Otobüs insanları, o kesif koku, dur kalk ve balık istifi gibi görüntüler canına tak etmiş olduğu için kapıyı sökercesine girersin eve. Bahçe katı dairenin kapı eşiğinden başlarsın böcekleri öldürmeye. Banyoya gelene kadar için şişmiştir ve cesetleri ne şekilde defnedeceğini tasarlarsın, gözünden ılık ılık süzülen yaşlarla. En büyük felaket hangisiydi? Evi ilaçlarken zehirlenmem mi, canım Bugy'nin böcek ilaçlarından ishal olup bir gece birlikte uyurken saçlarıma kadar baştan ayağa beni pöskürterek yıkaması mı.. evi lağım basması mı, kışın ortasında step halımın üstünde uyuyakalan akrep mi? Bir de her gece, gece yarısından sonra üst komşularımın nesiller ve eşler arası boks musabakaları olurdu. Haftasonları arkadaşlarım gelirdi evet, ancak saat sabaha karşı üçte ve yarı baygın halde. O sırada ben de polar battaniyeme sarılıp üç Avrupa sinemasıyla iki şişe şarap devirmiş ona buna ağlıyor olurdum. Ayrıca karşı penceremde Star Erkek Kuaförü vardı, değil telefonlarımızın karışması bana yanlışlıkla değseler dünyayı yerinden oynatabilecek asabiyete sahiptim.
Hanımefendilikten sıkılmıştım. Evim benim kalem olacaktı, kraliçe olmaya karar vermiştim. İkinci evim, yokuşun en sonunda (deve bağırtan yokuşu da denebilir ama ulaşılmaz bir yerdeydi işte), kibrit kutusu kadar (yani yalnızcabeni barındırabilecek büyüklükte, haşarelere yer yok şeklinde), üstelik ikinci kattan özenle seçilmişti. Yaşayabileceğim en keyifli mahalle.. haftasonlarının kahvede kahvaltısı, yaz akşamlarının parkta açık hava sineması, baharın banklarda yenen sandoviçi.. Evet hırsız girdi, su bastı, elektrik patladı, sifon elimde kaldı ama hepsi bir şekilde çözüldü. Uzunca bir süre eve ellerimde çiçeklerle geldim. Küçüktü, ama sığıştık. Sevdim evimi, hala seviyorum, evin kabahati yok. Kabahat nerede?
Bavulunla bağdaşmış (yani seyahat engelsiz), gece gündüz farkı olmayan, haftasonu tanımayan (yani esnek çalışma saatleri) bir işin varsa.. ve canını, yaşını, özelini, sinirini senden dirhem dirhem alsa da yine de vazgeçemeyeceklerin listesinde ilk sıralarda oynuyorsa mesleğin, topu dünyaya atmak faydasızdır...
Gün içinde beş yüz tane alakasız insanla haşır neşir olup, eve döndüğünde yakınlarına pay edebileceğin birşeyin kalmazsa yoksunlaşırsın. Fazladan bir soruya, asılmış bir surata, herhangi bir köşede gözüken saç yumağına, kitaplarına düşmüş bir toz zerresine tahammülsüz bir hayat sürmeye başlarsın. Gece ikide sızıp kaldığın koltuktan yatağına taşınırken, içine sinmeyen koridoru silersin önce, sonra geceliğini alırken dolabındaki kıyafetleri renklerine göre dizersin, uyku başka türlü sana huzurla gelmez.
Anneni özlersn de konuşacak ne varki, aramazsın, aklından seversin. Yeni demlenmiş çay kokusudur annen, boğazında düğümlenir. Baban kışın kestane kebabıdır, elini yakar.. deden yılbaşı sofrasıdır, gözlerin dolar. Anneannenin çantasındaki naneli sakız kokusu yaşları akıtır, babaannenin mantısı midene oturur. Teyzenin komiklikleri, halanın melodili gülüşü, kardeşlerinle hırlaşmaların..O büyük, kalabalık aile eksiğiyle, fazlasıyla biraradadır hala ama sen yok'sundur, yoksunsun'dur. Camın önüne kurulur, köşe yastığından medet umarsın. Kaçırdığın günleri düşünürsün... Anneannen 3 Eylül'de mumu üfledikten sonra seni arar,herkes yanındadır, sesleri duyarsın.. Yeğenin konuşmaya başlamıştır, annesi telefona verir, sen uzak bir otel odasından ağzındaki süt kokusunu duymaya çalışırsın... herşeye telefonla eşlik edersin. Bayramlar olmasa hiçbir topluluk fotografında yerin olmayacak. Aile olmayı unutursun git gide, aile kurmak ise senin yeteneğinin dışındadır artık.

Hasta olursun, şımaracağın kimse olmaz yanında. Kumandanın pili biter, sen almayı hatırlayana kadar çalışmaz, çalışmazsa açmazsın televizyonu yarım metre yakınında olsa bile, taakatsizlik budur işte. Biriken bulaşıktan kaytarmanın yolu yoktur. Karnın mı acıktı, işte dolap, işte mutfak.. Deneysel yemekler yaparsın, bekledikleri yerde bozulurlar atarsın. Küflü ekmekler birikir kutunda ve kapını yılışık kapıcıdan başka çalan olmaz. Camların buğulanmaz mesela geceleri. Sıcak odada portakal, muz, mandalina kabuğu kokusu yükselmez.. Televizyonda kanal kavgası yapılmaz.
Kendi kendinle dertleşmeye başlarsan.. diğerleri tarafından tuhaf etiketiyle yaftalanmayı getirir bu beraberinde. Koltuğun kolluk kısmına tüneyip kendisiyle dertleşen insan, içi dışı kalabalık insanlara bir tuhaf gelir. Dört duvardır işte yalnızlık. Ailece kışlığa gitmek için terkedilmiş yazlık evde unutulmuş gibisindir, eksiksindir..