O hafta sonumu şehirden kırk beş
kilometre ileride, insanların kendini dağ tatiline gitmişçesine avuttukları bir
tepede bulunan üçgen biçimli bir otelin, tavan arası süsü verilmiş lambiri
kaplı odasında geçirdim.
“Yazmasaydım çıldıracaktım”
klişesine kapıldığım bir dönemdi. Yavaş yavaş çıldırıyordum ama yazamıyordum.
Birkaç parça eşyamı, yün çoraplarımı, Bukowski’yi, marketten aldığım iki şişe
kırmızı şarabı, günlüğümü ve diz üstü bilgisayarımı bavuluma koyup kendimi
sisli yollara bıraktım. Ne var ki otel hafta sonu tatilcileri ile doluydu.
Resepsiyonda uzun bir süre anahtarımı almak için beklediğim sırada gördüm onu.
Başta bağırma masası sandığım, sonradan misafir ilişkileri olduğunu öğrendiğim,
insanların sürekli önüne geçip bağırdıkları masanın hemen çaprazındaki koltukta
oturmuş bira içiyordu. 1930’ların kolalı gömleklerine benzeyen beyaz bir gömlek
giyinmişti, altında kahverengi bir pantolon, üstünde yine aynı renk pantolon
askısı vardı. Yandan ayrılmış, briyantinli saçları biraz gevşemiş, alnına
dökülmüştü. Kapalı alanda yasak olmasına rağmen sigara içiyor ve bundan hiç
endişe duymuyordu. O curcunanın içinde, bulunduğu metrekareyi ayrı tutan garip
bir sakinliği vardı. Bu dünyadan değil gibiydi. Ama onu tanıyor gibiydim.
Onu tekrar görmek istiyordum. Ama yaşadığım
kalabalıktan kaçmak için buraya gelmiştim, tatilci güruhuyla zihnimi kirletmeye
niyetim yoktu. Önümdeki iki günü odamdan çıkmadan geçirmeye kararlıydım.
Perdemi aralayıp, ilham meleğimi
içeri davet ettim. Fazla vakit kaybetmeden bilgisayarımı açıp yazmak
istiyordum. Düşündüm, odada voltalar attım, koltuğun kenarından dünyaya baktım,
su kaynatıp kahve yaptım, mini bardaki şarabı içtim, biraz ağladım, biraz müzik
dinledim, viskiyi de içtim, bilgisayardaki eski fotoğraflarımıza baktım, bir
sayfa açtım yazmaya başladım… İçimde kalan her şeyi parmaklarımla o ekrana
işlemem bittiğinde saatin gece yarısına yaklaştığını fark ettim. İçim biraz
olsun rahatlamıştı, yemek yiyebilirdim. Oda servisini arayıp otel menülerinin
en uğraşlı ve en hızlı tüketilen Club sandviçini sipariş ettim, yanına da iki
bira söyledim. Koltuğa uzanıp elime klima kumandasını aldığımda duydum onu..
-
- Yazamıyorsun Ahu..
Koltuktan sıçrayıp başımı istemsizce
yana çevirdiğimde yatağımın üzerinde otururken gördüm onu. Ağzımdan sadece çok
korkmuşların tanıyabileceği bir ses çıktı.
-
-Ne işin var burada, kimsin sen?
- -İlham meleğini tanımadın mı?
Soğukkanlı bir şekilde dalga
geçiyordu benimle. Ayağa kalkıp mini bardaki rakıyı açtı ve kafasına dikerek
yatağa geri döndü.
-
-Siz bu lanet anasonlu şeyi nasıl içebiliyorsunuz?
- -Suyla karıştırarak..
Yüzüme hayatı boyunca hiç insan
sevmemiş gibi baktı. Hiç sevmemiş, bir kızın elini tutmamış, saatlerce
öpüşmemiş, sarı kafalı tombul yanaklı bir çocuğun başını okşamamış, bir köpeğin
burnunu ısırmak istememiş, bir kadının kollarında başı dönmemiş gibi.
-
-Yazamıyorsun Ahu. Yazdığın edebi gübre yığınını
yakmanı ve bundan böyle mürekkepten, kalemden, yanında taşıdığın şu
televizyonlu daktilodan uzak durmanı öğütlerim.
- - O bilgisayar.
- -Ne?
- -O bilgisayar, televizyonlu daktilo değil.
- -Sevgili Ahu.. sana bunları tüm aklı başında ve
medeni insanlar adına söylediğimi bilmeni isterim.
- -Heyyy, bu olamaz sen Bandini’sin. Kahretsin!..
Arturo Bandini. İnanamıyorum.
- -Büyük yazar Arturo Bandini.
- -Hala gençsin!.
- -Bu Tanrının bir mucizesi değil, yaşlandığımı
beklemek ancak senin aptallığın olur.
- -Ateist olduğu için Tanrıdan özür dileyen, tanrıya
inanan ama ona sürekli küfreden bir adamdan beklemeyeceğim bir cümle aslında
bu. Neyse.. baksana sahiden ne işin var burada? Yoksa çıldırdım mı sonunda?
Yataktan kalkıp
sandalyeyi hemen önüme çekti. Oturup biraz öne doğru kaydı.. Başını arkaya itip
birkaç saniye tavana doğru baktıktan sonra gözlerini gözlerime dikti.
-
-Bilmiyorum. Sanırım lanet gibi bir şey. Hayatını
Camilla gibi geçiren küçük orospuların dünyalarına dalıp çıkıyorum bazen.
- -Ben Camilla gibi değilim. İyi bir işim var,
ailem, çevrem, ilişkilerim.. İlişkilerim.. Yani tamam, herkese karşı bir melek
olduğumu söyleyemem..
- -Başka?
- -Sevdiğine yardım etmek için bazı fırsatlardan
faydalanmak.. Ya dur.. Sen bu değilsin. Sohbet edebiliriz, birbirimizi
sevebiliriz. Colombia birahanesine gidip iki bira içebiliriz mesela, biraları
ben ısmarlarım. Parasızlığın umurumda değil. Camilla’ya duyduğun aşktan nefret
ediyorum ve bazen kıskanıyorum da ama istersen bu konuda dertleşebiliriz. Onu
hala istiyorsan nasıl pislikler yapacağın hakkında tüyolar veririm sana, ama
daha çok o yolluyu bırakman için şerefine kadehler kaldırabiliriz.
- -Ne tüyosu? Dowson şiiri bile onu etkilemedi. Telgrafla
yollamıştım, Arturo’dan Camilla’ya bir damla ölümsüzlük şiirimi. Hala hatırlarım
telgrafı okuyuşunu, sonra omuz silkip onu parça parça edişini..
- -Canı cehenneme Camilla’nın. Gel aşağı inelim,
bara gidelim. İnsanlar Camilla’nın sana, yazmanın bana veremeyeceği şeylerle
dolu. Üçer bira içip dans edelim. Yazamadığım gecelerde düştüğüm anlamsız
sefilliğe içelim. İstersen sonra sevilmeyişlerimizi konuşarak sızarız…
Evet çıldırmaya o gün başlamıştım
doktor. O gece Arturo Bandini ile sabaha kadar içip dans ettik. Ertesi sabah,
tozlu gün ışığı ağarırken yazdığım her şeyi ve bilgisayarımdaki tüm
fotoğrafları, dinlediğim şarkıları, mailleri, o güne kadar ne varsa hepsini
sildim. Toplum dışı serserilerden uzak olmaya karar vermiş, ayyaş ve yazar olma
fikrini bırakmıştım. Saatte 180 kilometre hızla eve geri dönerken arabanın
camını açıp günlüğümü ters istikamete doğru attım. Size göre depresif, bana göre dingin yeni
hayatım işte tam olarak böyle başladı.