Cuma, Mayıs 28

teğet


Rüyam bitiyor birden, öyle aniden özleyerek uyanıyorum.
Kendimi gecenin koynunda, dinlendirici bir rüyanın içinde sanarken gözlerim açılıyor.. Sabah olmuş, üşümüşüm, yetişmem gereken bir kaos var ama hepsinden önemlisi "artık hayatımda olmayan"ı kıvranarak geri istiyor olmam.
Kendime bakıyorum uzaktan.. Pencereden odaya sızan aydınlığın vurduğu sahneye tanık olmak istiyorum. Ölüm böyle birşey olmalı diye düşünüyorum; hayat ayaklarının altından kayarken, ona gücün yettiğince seslendiğini duymaması.. O sırada hiç bilmediğin bir yerde, belki de yanında sarışın bir afetle uyuyor olması ve sen kendini parçalayarak onun yanında olmasını istediğin her an, bundan habersiz o afete biraz daha sokulması..
Hey!. Buradayım ben..
İçimde kalan son çığlıkları seslendirmeye çalışıyorum.
Buradayım ve burada kimse yok..

Salı, Mayıs 25

bu da bahar sancısı



Baharın kararsız tavrı bütün planlarımı alt üst etti... Bu kazulet soğuklukta ve karanlık günlerde içimde herşeye üzülme hissi ile aptal leylalar gibi hisli, yorgun, isteksiz bir hayat sürdürüyorum. Ilık havaları bize sunmayı geciktiren bahar aynı cimriliği polenlerinde göstermedi..
Sabah yine o nefret alarm sesiyle uyandım. Haftanın en sinir bozucu günü pazartesine günaydın demek hiç içimden gelmedi. Alarmı kabullenemeyip tekrar uyudum. Bir kez daha çaldı.. isteyince duymamazlıktan gelebiliyorum neyseki, uykumu bozmasına izin vermedim. Oysaki bütün hafta sonu uyumaktan başka birşey yapmamış, bırak yemek yapmayı sipariş vermeye bile üşendiğimden dolayı açlıktan ölmüştüm. Aç bünyem pencere önündeki ağaçtan burnuma doğru uçuşan polenlerin saldırısına karşı koyamamış, acıklı bir boğaz ağrısına yenik düşmüştü.
Bu halime üzülen iyi niyet timsali bir arkadaşımın beni ziyarete bir buket çiçekle gelmesi ve çok ta fena gözükmüyorsun aslında gel biraz hava alalım, bankta oturup tost yiyelim diye kolumdan, bacağımdan çekiştirerek beni parka çıkarması bardağı taşıran son damla olmuştu. Pazar günü semtte ne kadar polen varsa hepsini ciğerlerime depolamayı başarmıştım. Bütün pazar gecesini ciğerlerimi sökme çabasıyla geçirip sabaha karşı yüksek ateşli, bronşitli bir rüyaya gözlerimi kapadım.
Alarm benimle inatlaşıyordu ve onunla başedecek gücüm yoktu. Sonunda teslim olup kalkmaya karar verdim. Tam doğrulduğum anda ölüm meleği birkaç dakikalığına içime girmek için uygun pozisyonu buldu. Bildiğiniz öldüm, böyle öksürdüm öksürdüm sonra hıık diye tıkandım, nefes alma yeteneğimi kaybettim, yatağı duvarları çekiştirip onu bulmaya çalıştım.. yere çöktüm, nasıl başarabildim bilmiyorum ama balkona doğru süründüm, kapıyı açıp orada ruhumu teslim etmeye hazırlanırken ölüm meleği içimden çıkıp havaya karıştı. Öldüm diye çok korktum..
Geriye kalan hayatımın ilk gününü yaşamaya karar verdim..
Kararımı aldım ama bildiğiniz ölümden dönmüş hasta olduğum ve işe gidemediğim için bütün günü göbeğimde lap topla yatarak geçirdim. Mailler, bütçeler, telefonlar, ilaçların ağır uyku etkisi, öksürük krizleri..
Geriye kalan hayatımın ilk günü yine saçma sapan geçti.
Ama kararlıyım.. Sadece mecalim yok..



Pazar, Mayıs 23

anestezik milat...


Psikanalizle ilgilenmeye karar vermiş..
Yağmurlu bir günde yaşadığım dünyanın en keyifli haftasonu uykusunu, aldığı bu kararla yağmaladı. Elinde bir kaç fotografla başıma dikildi, "şimdi bunları sana sırayla göstereceğim ve bana ne gördüğünü anlatacaksın" dedi. Sesi her zamankinden daha törpüleyiciydi.. "Hey" dedim, "bunların psikanaliz mataryelleri olduğuna emin misin, ben uyumaya devam etsem sana fazla malzeme sağlayabilirim".. Tırnaklarını kollarıma geçirerek uyku halimden kaldırdı beni.
İlk resmi görmek, uykumun hemen açılmasına yetti. Hani ilk bakışta yaşlı bir kadın görürsün de sonra baktıkça onun aynı zamanda genç bir kadın da olduğunu anlarsın.. Sıradaki resim de ilk bakışta vazo, sonra "aa yok ulan bu öpüşmeye yazan bir çift insan mahlukatı" diye göreceğin safsata olmalıydı. İç sesler dünyasına yeni düşmüş olabilirdi bu görüntüler ama biz Türk halkı olarak bunlara ilk kez beş yaşında şaşırır ve dokuzuncu yaşımız itibariyle resmini çizmeye başlar, on ikimize bastığımızda "hadi len, bırak şimdi bu işleri, devlet su işleri.." gibi iğrenç kafiyeleri sıralamaya başlardık.
Tahmin edeceğiniz üzere, çatlak iç sesimin bu çakma freud haline göbeğim dahil, her uzvumla hareket halinde güldüm. Bu eğlencemi olgun bir gülümsemeyle izleyen çatlak hatunum, uzatma sahnelerime tahammül edemeyip çizgisini bozdu ve elindeki kartonlarla kafama üç kez vurarak beni susturdu. Onun elindeki resim nerden bakarsak bakalım kadınmış, yaşlı ya da genç, güzel ya da çirkin, ama kadın.. Tırmalayıcı ses tonuna bilgece bir uslup ekleyip daha da uyuz bir hale getirerek "şimdi kaybettiğin ilk şeyi bulacağız, bu resimde iki tane olan ama sende kayıp olan parçayı.. kadınlığını..." dedi..
Çocukluğa inmek adettendi..

Bütün ev halkı uyuyordu ve ben her zamanki gibi erkenden uyanmıştım. Evin en küçüğü olarak bu salak görevi yerine getirmek benim işimdi. Evin yetişkinleri uyurken çocuklar uyanırdı, bu delinmez bir kuraldı. Bir gün önce kırdığım vazoyu, annem görmesin diye sakladığım zuladan çıkarmam ve onu derhal camdan aşağı uğurlamam gerekiyordu. Salondaki vitrinin üst dolabına tırmanıp vazo parçalarını alırken annemin gençlik yıllarından kalma peruğunu keşfetmiştim. Annem star değildi ama yetmişli yıllarda her kadın biraz Belgin Doruk'tu..
Peruğu kafama takıp hemen ayakkabı dolabına koştum. Üst rafta bir kutu içinde gizli bir hazine gibi duran, annemin nişanında giyindiği gümüş rengi, taşlı ve yüksek topuklu ayakkabılarını derhal ayağıma geçirdim. Bir sonraki durak annemin simli şalını ele geçirmek olmuştu. Küçük bedenime bu saçaklı şaldan harika bir elbise yapıp banyoya koşmuştum. Ayna karşısında kendimi hayran hayran seyrederken yüzümde renk eksikliği olduğunu farketmiştim ki film burada kopar. Uyuyan halktan birinin topuk seslerime uyanıp "kim bu tıkır tıkır geziyor" diye bağırmasına panikleyip, kıpkırmızı allığı yere düşürüp kırmıştım. Yere dağılan kırmızı parçaları tuvalet kağıdıyla silmeye çalışırken bembeyaz banyo taşlarımızın rengini kırmızılaştırmıştım. Bu şekilde temizlemek mümkün değildi.. Beyaz yüz havlumuzu ıslatıp yerleri silmeye koyulmuşken, babamın banyoya girmesiyle ilk kadınlık deneyimim hazin bir sonla noktalanmıştı..

Ortaokuldaydık.. Yapışık halde yaşayan üç kız arkadaştık. Yaz yaklaşıyor, okul uzaklaşıyordu.. Güzel havaları, leş kokulu bir sınıfta geçirmek haksızlık olurdu. Arkadaşlarımdan birisinin ailesinin, okulun yakınında boş bir evleri vardı. Arkadaşım ustalıkla o evin anahtarını annesinin çantasından yürütmüştü. O ev bizim yenilenme yuvamız olmuştu. Sabahları ilk derste yoklamaya girip ilk teneffüste o eve kaçıyor, sigaralarımızı tüttürerek okul formalarımızı çıkartıyor, renkli elbiselerimizi, topuklu ayakkabılarımızı giyiniyor, yüzümüzü boya tenekesine batırmış gibi makyaj yapıyor ve gençliğin kalbinin attığı kafelere doğru yol alıyorduk. Bir kola içilip aynı masada saatlerce oturulan, giren çıkan herkesi tanıdığın, kafe sahibinin ailenden biri gibi olduğu mekanlardan ve zamanlardandı..
Tom Cruise'a benzeyen bir çocuk vardı. O zaman bütün yakışıklı erkekler Tom Cruise, Brad Pitt ya da Tarkan'a benzerdi. Bu çocukceğiz Tom Cruise güruhuna aitti. Yaklaşık bir aydır kesişiyorduk, o zamanlar ilişkiler kesişme ile başlardı ve esas oğlanın cesaretini toplayıp bir arkadaşını yanınıza yollamasına kadar sürerdi kesişme hadisesi. "Arkadaşı" diyorum dikkatinizi çekerim, o zamanlar "kanka" diye birşey yoktu henüz. Arkadaş size gelip kendisini tanıtır ve bir arkadaşının sizden çok hoşlandığını söyler, yaklaşık bir hafta kadar onun kim olduğunu saklar, sonra o adem gelir ve size çıkma teklif ederdi. O gün Tom Cruise beni yalnız bulduğu bir anda yanıma gelip "benimle çıkar mısın" demişti, ben de kızarıp bozarıp utanç içinde ölerek "evet" demiştim. Bu noktadan sonra öyle sarılıp, el ele tutuşma sahnesi olmazdı, Tom "peki o zaman siz giderken biz de geliriz, ben seni evine bırakırım, kalkarken haber ver" diyerek masasına arkadaşlarının yanına gitmişti. Çıkmak çok geniş bir kelimeydi, biz genelde içinde bulunulan mekandan birlikte çıkmak gibi algılardık bunu. Bir de okul çıkışı vardı ve o dönemleriniz benimkisi gibi küçük bir ilçede geçmişse çıkma eylemi her gün onbeş dakikalık yolda birlikte yürümekle eş değerdi, zira eviniz her yere on beş dakika uzaklıkta bulunurdu. El ele tutuşmaya imkan olmazdı yürürken, çünkü her adımda Ahmet Amcalar, Meliha Teyzeler karşınıza çıkardı. Öpüşme diye bir eylem yoktu, öpüşme ağaçlık alanlarda olurdu ve biz o ağaçlık alanların yakınından bile geçmezdik, oradan çıktığın görülürse adımızın çıkacağına inanırdık. Ayrıca üst sınıflardaki ablalarımızdan edindiğimiz öğretiler vardı, birisi sizi öperse tokat atmanız gerekirdi, sevsen de aşkından ölsen de seni öpmesi nerdeyse senin ırzına geçmesi gibi anlatılırdı.. Tokat atmayıp karşılık veren kızlar, hafif kızlardı ve küçük bir yerdeydik, muhakkak adı çıkardı. Şimdilerde kaldı mı öyle "adın çıkar" dayatmaları?
Tom'la ilk çıkma eylemimizi gerçekleştiriyorduk. Beni eve bırakacaktı ama benim evime değil, yenilenme evimize.. Bir süre orayı benim ecvm sanması gerekiyordu çünkü okuldan kaçıp böyle üstümüzü başımızı değiştirdiğimizi anlatmaya utanmıştım, hem henüz herşeyi bilmesine gerek yoktu. Zaten film burada kopacaktı yine, biz aramızdan tır geçecek kadar bir mesafede yan yana yürürken annemle burun buruna gelecektik, annem beni utandırmamak için yol üstünde bana kızmayacak ama eve gidince okuldan kaçtığım için ayrı, beni cüce kadınlara benzeten makyajı yaptığım için ayrı sinir krizi geçirecekti.. İkinci deneyimim yine başarısızlıkla sonuçlanmıştı..

Lise çağlarıma geçmiştim. Yazın hemen hemen her gece arkadaşlarımızla diskoya gidiyorduk. O zamanlar disko diye birşey vardı, Yaklaşık yüz kadar kişi pistte toplanır, aynı anda aynı figürlerle mükemmel bir senkronizeyle "oo makerena" diye hop hop dans ederdik. Kesilmiş, kesildiği yerden püskül püskül olmuş kotlarımız ve göbeğimizi açıkta bırakan tişörtlerimiz vardı. Ve disko geceleri, genellikle çok kalabalık olan cumartesi günlerinde, erkeklerin dövüşmesi, birbirlerine kırık bira şişesi geçirmeleriyle sonlanırdı. Bu kavgaların nedeni hemen her zaman bir havva kişiydi. Tuvalete giderken birisi seninle tanışmaya yeltenirse, erkek arkadaşın sansar gibi oturduğu yerden uçar o birisini anında devirirdi. Birisiyle dans etsen ve ortamda senden hoşlanan (eskiden hoşlanmak diye de birşey vardı) başka birisi varsa bu dans ettiğin kişinin bitti an olurdu. Birisi dengesini kaybedip sana çarpsa onun yüzünü çarptıracak birileri illaki olurdu yakınlarında..

Çatlak iç sesim esnemesini gizleyerek anılarımı bölmüştü. Bir iki öksürükle sesini düzeltip "daha yakın zamana geçelim hadi şimdi " dedi. o konuşurken tırnaklarını hep etimde hissediyorum.. itaatsizlik edemiyorum.

Aşk'la yaşadığım günler.. Miladım, iki sapaktan birini seçtiğim, hayatımın köşe dönüşü olan günler..
Göğsümde resmini taşımıştım altı yıl boyunca. Silinirdi hep, terime karışırdı renkleri, son damlasına kadar içime işleyip yenisi ile değiştirirdim resmini.. Hayatımı kırıp verdiğim, papatyalarımı bölüştüğüm Aşk.. Yolunu beklediğim, adını zikrederek uyuduğum Aşk..
Rüyalarıyla düşmeyi öğrendim, bir kaç düşüyle ölmeyi, nefesiyle tekrar tekrar yaşamayı öğrendim..
Kırmızı minderlerin arasında gördüğümde onu, sevdiği o çıplak kadını ben sanıp hayrete düştüm önce.. Sonra kapının önünde duranın ben olduğumu anladığımda, önce genç kızlığımı kaybettim orada.. bir dakika içinde yirmi yıl yaşlanarak.. Sonra sesimi, saçlarımı, belimi, kalçalarımı, resmiyle birleşen göğsümü, bakışlarımı.. kadınlığa ait ne şekil varsa üstümde, hangi iz varsa içimde.. hepsini kaybettim.
Şimdi karart, evir çevir istersen beni.. Nerden bakarsan bak, o anda bıraktıklarımın boşluğunu göreceksin. Freud hortlayıp gelse bile, o uçurumdan değil Türkan Şoray, bir bez bebek dahi çıkaramaz.
Varmak istediğin yere, yine yaralarıma çıplak ayakla basarak ulaştın sevgili çatlak hatunum. Sen bunları temize çekerken, ben biraz daha uyuyayım.. Hem, yağmur hala devam ediyor zaten..

Çarşamba, Mayıs 19

aşk'a...


Bazı insanların yüzü kimliğini ele verir. Kaşının üstünde çocukluktan kalma dikiş izinle, gözlerinin altını çizen kara boşlukla ve alnında biriken çizgilerle sen, ilk bakışta kendini tasvir edebilenlerdendin.

Daha tanımadan özlemiştim seni. Senli anılar toplayamadığım zamanlarda sesini biriktiriyordum kulaklarımda. O vakit belliydi bu aşkın yazgısı. Söküp söküp attıkça seni içimden, ilmek ilmek aklıma işleneceğin...
Daha tanımadan mektuplar yazardım sana. Yüzünü göremediğim, şeklini tarif edemediğim zamanlarda, günüme geceme işlerdim seni. O vakit hücrelerime hapsetmiştim seni, kalbimin prangalarına vurarak..

İlk buluşmamızdı.. Menekşe sahilinde bir çaybahçesine götürecektin beni. Yol boyunca hevesle anlattığın çaybahçesinin otopark olduğunu görünce çok üzülmüştün. Yılmadın, benzer bir yer aradın, saatlerce gittik sahil boyunca, bulamadık. Daha ilk buluşmamızda belliydi bu aşkın yazgısı. Bize dair heves ettiğin herşey çoktan parsellenmişti, ne istediysen ikimiz için hiçbiri gerçekleşmedi. Yılmadın, uzatabileceğin kadar uzattın bu esrik serüveni, ama olamadık.
Ne zaman ayrılsak, ayrıldığımız noktada kalır gidemezdik, ayrılamazdık işte. Sen hep boğazıma birikirdin, ben hep gözlerine dolardım. Yan yana durmayı beceremediğimiz gibi çekip gitmeyi de beceremezdik. Belki de açtığın yaralara sahip çıkmak isterdin. Kıskanırdın belki başkalarının beni iyileştirme fikrini. Bense ne gitmeyi göze alabilirdim, ne de gülümseyen fotograflarımızın başkalarının albümünde yer almasını. kimseyle paylaşabileceğim bir tek anın yoktu ve en son hücrem bile senden vazgeçmedikçe benimdin sen, benim içindin..
Sahi neden vazgeçtim ben senden? Hayat tadını senden alırken, nasıl oldu da başkaları ekmek bandı bu öyküye? Durmadan fotoğraf biriktirirdik, her anımızı kaydederdik.. ben nasıl yırttım attım onca şeyi?

İkinci baharımızdı.. Her haftasonu, o sahil kentinde kalırdık. Balkonlarında tenekeler içinde çiçekler yetiştiren, üç katlı beyaz binalarda yaşayan insanların kentinde. Ele ele yürürdük, sarı kız heykelinin önünden geçer parktaki bankta dinlenirdik. Köşede camekanlı arabasında simit satan amcadan simit alır, deniz kenarındaki çay bahçesinde otururduk. Kayalıklarda dondurma yerdik, üşürdük, sarılırdık. İkimizin de aklı yeşil renkli ahşap penceresi denize bakan odamıza gitmekte olurdu.. Bembeyaz çarşaflara bırakırdık kendimizi. Hayatımızın en güzel, en derin uykularını güneş batarken o odada yaşamıştık.
Akşam hep aynı masada otururduk, benim balığımı hep sen seçerdin. Sanki yaşayan biz değilmişiz gibi, geçen harika günlerimizi tekrar tekrar anlatır dururduk birbirmize. Başımız döne döne çıkardık odamıza.. Ege eğlencemizi körükleyen bir program vardı, komşu Yunanistan'dan yayınımıza karışan.. Sirtaki yapardık, gülmekten yerlere düşerdik.. Deniz kokardı gece, gözlerime baka baka uyurdun..

Yıllar sonra tek başına gitmişsin oraya.. Aynı oda, aynı beyaz çarşaflar, aynı park, aynı bank, aynı simitçi, aynı kumsal, aynı çay bahçesi, aynı masa... Hepsinin fotografını çekip yollamışsın bana.. Ele ele tutuşup yürüdüğümüz sokaklara düşen gölgen, odamızda duvarda asılı duran tablo, üstüne yaslanıp poz verdiğimiz kayık.. para çektiğimiz atm'yi bile unutmadan herşeyin fotografını çekip yollamışsın bana.. Her anımızı kaydettiğimiz gibi, ayrıldığımızı da kaydetmişsin.. İşte bu da bittiğimizin resmidir demişsin.

Oysa aşk.. hep güzel olmalıydık seninle.. hep birlikte..

Pazar, Mayıs 16

eyvah!..



Dışı şekerleme gibi renk renk ve iştah kabartan, içi kabuk kabuk et törpüleyen bir hikayeydi bizimkisi. Yani sevgili, nerden bakarsak bakalım dışardan mantıksız, içerden fos birşeylerimiz vardı..
İnsanlarla bir alıp veremediğim yoktu, hatta insanları severdim diyebilirim. Ama lanetli yanlızlığımdan kurtulmak istiyordum. İnsanlar ayak bağıydı bana, fazla kalabalık ve fazla şuursuz hallerde birarada, birarada değilken in gibi bir yalnızlıktaydık.
Otuz yaşa has kadınsı duygular ön kayıt yaptırmışlardı bana. Sinsi sinsi giriyorlardı hayatıma.. Eyvah yalnızım, eyvah Ayşen de mi evlenmiş, eyvah Gülsen hamileymiş, eyvah bu kadınlara ne oluyor, eyvah bütün eski sevgililerim artık evli, eyvah eyvah eyvah.. Yalnız ölecek kadın mıydım ben!!!
Sen bütün bunlardan habersiz karşımda bana sevimli sevimli birşeyler anlatırken ben dünyanın en komik cümleleri sendeymiş gibi gözlerimden yaşlar gelerek gülüyordum. Sen de kendini eğlenceli sanıyor, beni anlayabilen bir kadın çıktı diye seviniyordun. Üzgünüm sevgili, yeni öğrendiğim raconu deniyordum; seninle çok eğleniyorum, beni güldürebilen tek kişi sensin bu hayatta, sadece seninle kendimi güvende hissediyorum, huzuru sende buldum.. Hadi ama kandırmayalım birbirimizi, kimsenin askerlik anılarını dinlemekten zevk almayız biz.. Eve vardığında bana haber ver denildiğinde kendimizi güvende hissetmez, bütün gün yanımızda hımbıl hımbıl oturuyorsunuz diye bundan da huzuru bulmayız. Ama sizin gibi mükemmeli arama budalalığımız olmadığından elimizdekine yatırım yapar, uyum sağlarız.
Telefonlar çalar, bir yerlere davet edilirsin.. İki kişilik bir evciliktir artık oynadığın, racona uymak gerekir.. "sevgiliyle konuşayım gelebilirsek haber veririm"dersin. Sevgilinin genelde başka planları vardır ve genelde evde oturmak üzerine kurulu planlardır bunlar.. "E akşam seyrederiz diye film almıştım ama ben.." diye başlar ilk bahane, "pizza da söylerdik" der hemen ardından, hani yemek yapmana da gerek kalmayacak, hadi yırttın diye size bir iyilik bahşetmişçesine.. Sanki sinema eleştirmeniymişiz gibi, vizyonda, geçmişte, tarihte ne kadar film varsa hepsi seyredilmiştir evcilik oyunu boyunca.. Yine de sanki ilk kez birlikte film izleyecekmişiz gibi yapay bir heyecanla "hey yoo şahane olur" diye sevgilinin yoksun fikri takdir edilir. Telefon bekleyen arkadaşlar geri aranır, biz gelemiyoruz diye.. Oysa arkadaş "siz"i değil "sen"i davet etmiştir, ama "eyvah yalnızlık" dürtüsü içine yerleşince tekil şahıslar çoğul şahıslara dönüşür.. Herkes o davete neden katılmadığını bilir, illaki evde sevgiliyle film izlenir.. Ama bunu herkese sanki dünya sanatının neferiymişsiniz gibi, biz bundan çok keyif alıyoruz, hem ufkumuz çok genişledi, kore sineması, avrupa sineması, politik ingiliz yönetmenler bizden sorulur diye aksettirirsin.
Sevgilinin yaptığı lapa pilavlar parmaklarına varana kadar yenilir.. Duvara çaktığı çivi günlerce alkışlanır.. İşindeki kıytırık bir başarısı dünya gündemini sollar..
Ayrılamamak ta evcilik oyununun bir uzantısıdır sevgili. Sen sanırsın ki kızcağız bana aşkından ölüyor, yazıktır acılar içinde kahroluyor.. Oysa herşey "eyvah yalnızım" sendromudur. Alışkanlıktır, bitmesin horoz şekerimdir..

Perşembe, Mayıs 6

koşma..



Koşarak geçiyorum her yerden.. Akıllı, uslu, sportif bir koşma değil.. Kendini dağıtan, kendinden veren, soluk soluğa, deli danalar gibi bir koşma işte.. Hiç bir sese, hiç bir ışığa ve kendime yakalanmak istemiyorum. Bir cinayete yataklık eder gibi, kendimi eksiltmeye yardımcı oluyorum.. Tozu toprağa katarak, gri izler bırakarak, kendime vura vura koşuyorum..

Sen beni yakaladığından beri böyleyim işte.. Bir an'a bile tahammülüm yok. İçim şiddet ve tutku dolu. İçim ayarsız bir enerjinin oyuncağı.. Lirik öykülerin kahramanı olacak kadar gözümü karartmışken, ismin geliyor aklıma, figüran bile olamıyorum. İsminden korkuyorum, duygundan korkuyorum, koşuyorum..

"Özledin mi beni" diye soruyorsun rahatça, tırsarak "tabi özledim" diye cevap veriyorum, sesimde ince bir dalgalanmayla. Yalan!. Kimseyi özlemem ben, aranızda hala bunu anlamayanlar var. An'ları özlerim, sonra özlediğim için içim kırılır, bir ağız dolusu küfür eder aklımdan atarım hemen o fikri.
"Nasılsın" diyorsun ya delirecek gibi oluyorum. Bu soruyu senden duymakla hayatımın değişeceği zamanlar olmuştu.. duymadığım için öldüğüm.. öldüğüm için özlemediğim zamanlar.. "İyiyim işte, bildiğin gibi, hep aynı.." diye geçiştiriyorum bir sürü şeyi. Nasıl olduğumu gözler önüne serecek bir sürü iz taşıyorum oysaki, hiçbirisini göstermiyorum.. zira çektiğim acılarla böbürlenmeyi sevmem.
Aptal bir sessizlik oluyor.. "Çok çok çalışıyorum, işler çok yoğun.. koşturuyoruz işte.. Ama bir ara piyasa çok durgundu, seviniyorum, iş olsun da koşalım.." diye sessizliği bölen ama sessizlikten daha aptalca olan laflar ediyorum. Koşalım.. çalışalım.. her an bir eylemde olalım. Durunca düşünüyor insan. Düşünmek kimi zaman insanı çıldırtan bir eylem, iyi değil. Düşünmemeli bazen..
"Herşey daha farklı olabilirdi" diyorsun.. Evet olabilirdi. Seni hiç tanımazdım mesela. Hatta birçok kişiyi hiç tanımazdım. Özgürlük budalası olmasaydım, hayatı tanımak istiyorum, zamanı yaşamak istiyorum safsatalarıyla basıp gitmeseydim, bu dünyada karşılaşabileceğim en yakışıklı, en iyi adamdan iki çocuk sahibi, mahallenin ilk okulunda öğretmen hanım olarak hayatıma devam ediyor olabilirdim. Herşey daha sakin, daha anlaşılır ve gölgesiz olurdu. Bordo kadife koltukları olan bir evim, beyaz badanalı kocaman bir balkonum olurdu. O zaman özlerdim.. Sevdiklerimi özler, durduk yere onlar için kaygılanırdım.. Geceleri beni öldüren baş ağrısının nedenini merak eder, doktora giderdim. Umudum ve hayallerim olurdu. Koşup koşup, lapadanak yere yapışmazdım böyle.. "Evet, herşey çok farklı olabilirdi ama böyle oldu, boşver" diyorum sana gülümseyerek..
"Sana güvenmiyorum, sana güvenmek için kaç kez şans verdim ama hepsini elini yüzüne bulaştırdın" diyorsun. Tek silahın bu işte. Elinde hep bu kocaman silahı taşıyorsun, namlu hep bana dönük.. vuruyor ama öldürmüyorsun. "Üzgünüm.. güven sarsacak şeyler değildi bana göre, sana bu kadar zarar vereceğini bilemediğim bir sürü düşüncesizlik işte.." diyorum..

Durmak beni deliliğe itiyor. Koşmak istiyorum, nefesim kesilene kadar koşmak.. Kalbim yerini zorlayana kadar. Yaşadığımı hissetmek istiyorum. Elim gidiyor şah damarıma, bu yavaş ritim beni öldürüyor.
Dikkatlice bakıyorum yüzüne, gitmeden. Yüzünde hiç iz yok. Ne bir üzüntüsü var ne bir kırgınlığı.. Sadece biraz stresli o kadar. Kalkıp gidiyorum, seninle ilgili özleyeceğim bir an var mı diye düşünüyorum.. sonra koşmaya başlıyorum..